İnsan kulağını merkeze koyduğumuzda ilk duyduğumuz sesler anne karnında başlıyor. Buna bağlı olarak mutlak sessizliğin kırılımı da anne karnında başlıyor diyebilir miyiz?

Sessizlik problemli bir şey çünkü insanların duyma yetisi son derece sınırlı. Yani bir kere etrafında katı, sıvı ya da gaz bir ortam istiyor, boşluk yok. Mesela anne karnında biz katı ve sıvı üzerinden duyuyoruz, yani amniyotik sıvı içindeyiz, ama aynı zamanda kemik iletiminden geliyor bir ses, annenin kalp sesini sürekli duyuyoruz. Dışarıdan gelen sesleri çok filtre edilmiş olarak duyuyoruz. Dolayısıyla ilk duyduğumuz şey aslında tempo. Her şeye belirli bir tempoyla başlıyoruz. Görme yetimiz ise bundan farklı olarak aşırı iyi. İnsanlık neredeyse bütün duyusal evrenini görme üzerine kuruyor. Beynin üçte birinden fazlası zaten görmeye ayrılmış. Arkada koskoca oksipital lob var. Bir de aradaki yolda mutlaka görme ile ilgili şeyler… Duyma yetimiz temporal loblara sıkışmış, yani beynin iki yanına. Dolayısıyla duyma odaklı bir varoluş değil bizimki, görme odaklı bir varoluş. Ama insan olurken esas olarak kaybettiğimiz yeti koku alma yetisi. O nerdeyse ciddi bir şekilde kalmamış ya da genellikle negatif çağrışımlarıyla var. Yani biz iyi kokulardan değil, kötü kokulardan konuşuyoruz. Onlar bizi ilgilendiriyor.

 

HOMO SAPIENS’IN DUYMA YETİSİNDEN VAZGEÇME LÜKSÜ YOK

 

Kültürümüz kokuyu kötü bir şey olarak algılıyor. Doğal kokularımızı bir sürü yapay yolla, yok etmeye çalışıyoruz. Parfümler icat ediyoruz, kapatıyoruz. Duyma bu ikisinin ortasında duruyor. Yani Homo Sapiens’in duyma yetisinden vazgeçme lüksü yok. Çünkü gece yaşayan, gece gören hayvanlar değiliz. Duyma yetimizi saklı tutmalıyız. Duymanın sanatla ilişkisine gittiğimizde, anne karnında ne yaptıysak, ilk duyduğumuz o. Yani tempo. Mümkün olduğunca ses çıkaran şeylerin üzerinde vurarak ya da ayaklarımıza yere vurarak, kendi bedenimize vurarak belli tempolar üretiyoruz. Bu tempoları iletişim aracı olarak da kullanabiliyoruz. İlk temsili durumlar ses temsilleri. Hayvan seslerini takip etmek, av seslerini takip etmek. Dolayısıyla taklitle kurduğumuz ilişkide de ses üzerinden bir iletişim var. Eş zamanlı olarak mağara duvarlarına da resimler çizmeye başlıyoruz. Mim yapıyoruz, ama bunu yine ses üzerinden yani tempo üzerinden kullanıyoruz. Dolayısıyla sesle ilişkimiz, doğmadan önce olan ilişkimiz neyse ondan başlıyor. Yani bu teorik olarak filogenesis ile ontogenesis’in paralelliği olarak açıklanır, türün türeyişi ile bireyin türeyişi her zaman birbirine belli bir paralellik arz eder. Sen bir birey olarak türün nasıl evrilmişse, o evrim aşamalarından geçersin. Dolayısıyla tür de birey nasıl evriliyorsa öyle evriliyor. Yani önce tempoyla başlıyor işe, ondan sonra ses renkleri ya da vesairelere denk geliyor.

 

 

Bülent Somay

 

 

O zaman anne karnını biraz da sessizlik nedeniyle özlüyor olabilir miyiz?

 

Bir açıdan evet, bir açıdan hayır. Doğum sırasında yaklaşık 100 çeşit nedenle travmatize oluyoruz. Alışık olmadığımız bir ışıkla, gürültüyle ya da çevre ısısıyla karşılaşıyoruz. Sıvının içinden gaz bir ortama geçiyoruz. Bütün bunlar travma. Yani bir de daracık bir yerden, sıkıntıyla geçmeyi de katarsan büyük travma ama son derece gürültülü bir ortama doğuyoruz. Doğum evi ne kadar sessiz olursa olsun, gürültülü bir mekandır. Yani annenin karnında son derece filtrelenmiş iyice baslaşmış sesler duyduğun bir ortamdan, birdenbire korkunç tiz bir ortama çıkıyorsun ve tabii ki rahme geri dönüş fantezilerinde elbette o sessizliğe geri dönüş fantezileri de var. Yani sesin duyuları zorlamayan düzenli bir tempo olarak ortama geri dönüş fantezilerimizden bir tanesi. Karanlığa dönüş fantezisi de var, bu ikisi paralel muhtemelen. Yani mağara yaşamında adımından tut, çoğu şeye baktığında karanlığa dönme isteği mevcut. Uyumak için karanlığa ihtiyaç duyarız. Bilinç dışımızın ortaya çıkması için yine bir karanlığa ihtiyacımız var. Esas olarak bizden karanlık istiyor, sessizlik istiyor.

 

“MUTLAK SESSİZLİK HİÇBİR ZAMAN MÜMKÜN DEĞİL”

 

Ses ve sessizlik arasında nasıl bir ilişki var? Yine modern anlamda ikili bir zıtlık mı söz konusu?

 

Ses ve sessizlik tam bir ikili zıtlık olamaz çünkü mutlak sessizlik yok. Yani herhangi bir yerde, boşluk dışında mutlak bir sessizlikten bahsedemeyiz. Bizim ses dalgaları olarak algıladığımız şey, ışık dalgasına benzemiyor. ikisine de dalga diyoruz ama ışık ikili bir yapı, yani hem dalga hem partikül olduğu bir yapı. Işık, kendi yayılımı için hem kendi partikülü, hem de partikülün oluşturduğu dalga ile var. Sesin öyle bir özelliği yok. İlla başka bir maddenin içerisinde olması lazım. Uzaya çıktığınız anda sessizlik olması lazım, gerçi bu da mümkün değil. Önce boşluğun içerisinde, boşluk olmayan bir şey yaratman lazım, o da kendi sesindir. Dolayısıyla mutlak sessizlik hiçbir zaman mümkün değil. Ortamın sesi hep var. Doğal ortamın sesi, ki ona doğanın sesi diyelim, gece oldu karanlık oldu mağaran, ama dışarıdan bir sürü ses geliyor. Yağmur yağar, su akar, hayvanların sesi gelir. Sessizliğin karşısında ilk olarak konumlayacağımız sesler; doğal seslerdir. Bir de kendi seslerimiz var ama kendi seslerimizin doğal seslerden ayrılması için bir adım atmamız lazım, dili icat etmemiz lazım. Doğa sesinden farklı olarak, sesimizin anlam taşıyor olması gerek. Doğa seslerinin kendilerinden başka bir anlam yok. Yağmur sesi, yağmurun yağışını anlatır. O sesten türeyen dil ortaya çıktığı zaman yeni bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz çünkü ses artık kendisinin dışında bir anlam taşıyor. Ve bu ancak, dil ile anlamlı. Dolayısıyla dil ile ses başka bir şeye dönüşüyor.

 

Sizce bu ilişkide müzik üçüncü bir seçenek mi?

 

Anne karnında duyduğumuz anne kalbi temposuyla başlayan, av yapanların kütüklere ya da kendi göğüslerine vurarak çıkardıkları ses ya da ayaklarını yere vurarak çıkardıkları seslerde de bir fark var çünkü ses kendinin dışında edindiği bir anlamı ifade ediyor. Bir de aletlerden ses çıkarıyoruz ki, doğal olanlardan çok farklı. Her gece ambulans sesleri, siren sesleri duyuyorsun ve bunlar gök gürültüsünden farklı bir yerde senin için. Ambulans sesi ya da siren sesi çok modern bir probleme işaret ediyor. Türkiye’de son zamanlarda siren sesi duyduğunda, “Ay, bana mı geliyorlar” diye korkabilirsin ya da “Ne oldu, yine kimi vurdular” diye düşünebilirsin. Burada gördüğün gibi anlam katmanları devreye giriyor. Çünkü başka insanların davranışları hakkında fikir yürütmeye başlıyoruz. Halbuki gök gürültüsü böyle değil. İnsanların çıkardığı seslere bir anlam yükleme problemi var. Türkiye’de değilim ancak burada polis sesinden ya da ambulans sesinden gerilmediğimi zannetme. Bir yeri mi patlattılar diye düşünmeye başlıyorsun. Ama sürekli olarak sese, sesin kendisinden öteye giderek bir anlam vererek devam ediyorum.

 

Evrenin sessizliği makalenizin ilk paragrafında, sessizliği göz ve kulakla birlikte işliyorsunuz. Yani sesi anlatırken, ses kadar kulağa da yoğunlaşıyorsunuz. Göz ve kulağın birlikteliği neden önemli?

Freud’un en önemli özelliklerinden biri şuydu; o hazzı hiçbir zaman kendi başına tanımlamadı. Hep o rahatsız edici uyaranın yokluğu olarak tanımladı. Cinsel hazzı nasıl tanımlarsın, bedendeki o gerginliği arttırır, arttırır, arttırır, sonra serbest bırakırsın. Gerginliği ne kadar arttırırsan, aldığın haz da o kadar fazla gibi görünür. Freud buna lust ve unlust diyor. Türkçesi yok, çünkü Türkçede hazzın tersi bir kelime olarak yok. Türkçede nahaz diye bir kelime yok. Dolayısıyla biz bunu tam oturtamıyoruz dile. Huzuru da bir şekilde bir şeyin yokluğu olarak, anksiyetenin yokluğu olarak tanımlarız. O zaman hangi seslerin anksiyete yarattığına bakarız. En aşırı anksiyete yaratan sesler belli bir dalga boyunun altında, kulağın bile duymayacağı depremin sesidir. Biz depremi duymadan anksiyete başlar. Depremi bir noktadan sonra duymaya başlıyorsun, 99 yılında anksiyete, sesi duymadan önce başlıyor, yani senin duyabileceğin tizliğe çıkmamışken henüz. Kemik üzerinden vücut algılamaya başlıyor ve bu çok ağır bir anksiyete.  Dolayısıyla doğadan gelen bir takım seslere karşı anksiyetimiz var ve bu sağ kalabilmek için gerekli. Duyacaksın ki kendini koruyacaksın. Gerçi deprem bir anksiyete değil, bildiğin korku. Ona anksiyete dememiz için, dışarıdan bir uyarı yokken de korku dememiz lazım, yani içeriden gelen bir duyguyla uyarana da anksiyete diyebilmeliyiz.

 

“GÜRÜLTÜ HER ZAMAN İYİDİR”

 

Huzur arıyoruz, korkunun anksiyetinin olmadığı bir ortam arıyoruz. Peki korku dışarıdan değil de, içeriden geliyorsa? O zaman sessizlik tehlikeli bir şey de olmaya başlıyor. Mesela bazılarımız sessizlik sevmez. Neden çünkü sessizlikte içe döner, fazla düşünmeye başlarsın, anksiyeten artar. Bu ruhsal durumla çok alakalı. Ben sevmeyenlerdenim. Sessizlik beni rahatsız eder çünkü içerideki anksiyete problemi başlar. Gürültü her zaman iyidir, çünkü %99 nedeni bilirsin, açıklarsın ve paçayı kurtarırsın. Anksiyetenin nedeni bilmezsin, bilmediğin için huzursuzluk verir. Dolayısıyla sessizlik huzur arayışına pek katılmıyorum, bazen sessizlik tam tersi huzuru kaçıran bir şey de olabilir. Korku filmlerini düşün, gerilim müziği gelir gelir ve birden kesilir, sen birden “ne oluyor yahu” demeye başlarsın. Sireni de biz icat ettik, ama ondan korkuyoruz artık. Başka bir şeye işaret ediyor çünkü.

 

Mozaik grubu nasıl kuruldu?

Mozaik’in kuruluşunda ben yoktum. Mozaik 83’te kurulduğunda Kanada’daydım. 83 Mayıs’ta ilk konserleri verdiler galiba. Ben o sıra halen Montreal’deydim. Temmuz ya da Ağustos gibi döndüm Türkiye’ye. İkinci konserde vardım. (Mozaik hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler, topluluğun resmi sayfasını ziyaret edebilir. )

 

Mozaik grubu. Bülent Somay Soldan ikinci sırada.

 

Mozaik ile 12 Eylül sonrası üretilen sessizliği de kırıyordunuz. O dönemde müzik yapmak nasıl bir duyguydu?

Ben Mozaik’in ilk konserinde olmadığım için –Ölümden Önce Hayat Vardır-, o saf, beste yapılmayan, dünyanın dört bir yanından çoğu direniş şarkısının olduğu, farklı dillerde şarkı söylediğimiz döneme tam yetişemedim. İkinci konser “An Meselesi”dir. Onda mesela karışıktır şarkılar. Kendi bestelerimiz de vardır, enternasyonal şarkılar da vardır. O yüzden o saf halini ben yaşamadım. Ama Ekim 1983’de bir konser daha vermişlerdi, ben o konserde izleyiciydim. Dolayısıyla ortamı hatırlıyorum. Dediğin doğru, Mozaik tam da sessizliğe karşı bir şey. Neden? Çünkü şenlik. Çalınan hiçbir şarkı ağıt değil. Çoğunluğu  gayet şenlikli şarkılar. 1985’te Mozaik’teydim artık. Akıntıya Karşı’nın ilk sayısı çıktı. Mesela tam da bu his üzerine, Muhalif Söylemin Şenliklenmesi diye bir yazı yazmıştım. Yani yapmakta olduğumu, teorize etmek gibi bir şey. Ama yani tekrar söyleyeyim, ortada bir sessizlik var. Ses ve sessizlik ikilemi her zaman problemli bir noktaya göndermede bulunur. 83’te ortada bir ses var. Sürekli bir sızlanma sesi var. Ses çıkarmıyor değiliz, halimizden şikayet ediyoruz. Tamam, yurt dışına gidebilmiş insanlar radikal bir ses çıkarabiliyorlar ama onları duymuyoruz biz içeride, Türkiye’de olanlar bir şikayet, bir sızlanma halinde. Daha sonra bizim bir albümde kullandığımız Thomas Stearns Eliot şiiri vardır. 1988’de “Çok Alametler Belirdi”nin son kısmında  şiirler okunur, enstrümantaldir parça ama orada T. S Eliot’ın The Hollow Man’den sözler vardır.

 

“This is the way world ends
This is the world ends
Not with a bang, with a whimper

 

“Böyle biter dünya, bir patlamayla değil, bir sızlanmayla.”

 

 

Sızlanma çok önemli bir kavram aslında. 1982-1983 yıllarında direnebilenler dışında, ki bunlar ya hapishanede ya da yurt dışındaydılar. Direnebilenler dışında çıkardığımız temel ses sızlanmaydı ve Mozak’in güzel yanı o sızlanmayı gümbürtüye çevirmesiydi. Böyle sızlanarak olmayacak, hadi hep beraber sokağa çıkıp, meclis binasını ele geçirelim değil, zaten ne Mozaik’teki insanlar böyle bir liderlik vasfına sahip, ne de öyle bir liderliğe sahip olsak da, insanlar bizim çağrımıza kulak verebilecek cesarete sahip. Yani karşıdakiler fazla güçlü. Fakat, haydi her şeye rağmen sesimizi çıkarıyoruz. Ve ağıt yakmıyoruz “oy anam anam” diye. Şarkı söylüyoruz, direniş şarkıları söylüyoruz ve bunları neşeli şarkılar; yahu çünkü direnmek eğlenceli bir şeydir.

MOZAİK NEREDEN BESLENİYORDU?

Celil Oker ile bir sohbetimizde, üniversite yıllarında Mozaik performanslarını inanılmaz bir heyecanla beklediğini söylemişti. Celil Oker konserleri “İyi insanların bir arada yaşayabileceği, farklı etnisiteden toplanmış şarkıların enternasyonel bir bağlamda dinleyicilerle buluşması” olarak tanımlamıştı. Siz sahneden ne görüyor, duyuyor ve hissediyordunuz?

 

1984-85 konserleri biraz kaotiktir. Bir yandan kendi bestelerimizi yapmaya çalışıyoruz. Müzisyeniz haliyle, fakat bir yandan da ilk konserin de yarattığı o enternasyonel “Macarca da söyleriz, Rusça da söyleriz, İngilizce de söyleriz, Fransızca da söyleriz, bütün bu ülkelerin şarkıları bizimdir” hissinden de vazgeçmek istemiyoruz ama maalesef şöyle bir sorun, hem enternasyonal yanımız hem de besteci yanımız bir arada olmuyor. Yapmaya çalışırsan biraz kaos oluyor. Bir anda Türkçe, Jazzımtırak esintili bir şarkı geliyor ya da enstrümantal bir şarkı geliyor. Hemen arkasından Latin Amerika şarkısı geliyor. Seyircinin birazcık dünyası şaşmıştı o konserlerde. “Ya abi nereden, nereye gidiyorsunuz” tepkileri de olurdu. Celil’in kastı ilk konserlerdir.

 

Mozaik’in müziği şu an Türkiye’de yapılan çoğu işten daha ileride. Kuruluş aşamasında kimlerden/gruplardan etkilendiniz? Pink Floyd etkisi bazı şarkılarda çok belirgin mesela…

 

Mozaik’in Mozaik olmasının nedeni müzikal çeşitlilik olsa gerek. Herkes farklı yerlerden müzik dinlemeyi severdi. Serdar Ateşer biraz farklıydı. Serdar müthiş bir Pink Floyd’cu değildir laf aramızda. O daha çok 80’ler rockını öne çıkaran biriydi. Yani 70 sonlarından başlayan türü severdi. Pink Floyd biraz daha erken dönemdi. Tabii ki, Pink Floyd’u hepimiz dinliyorduk. Ortak yerlerden biri belki. Synthesizer kullanma konusunda, Pink Floyd’a daha yakındık mesela. Queen gibi “Synthesizer yok” anlayışında değildik. Eee tabii, Brian May gibi bir gitaristimiz olsa, belki diyebilirdik ama… Adam 4 synthesizer gücünde, biz ne yapalım. Ben mesela çok daha karışık bir yerden geliyorum. Bakacak olursan 70’lerde müzikle ilişkim Latin Amerika şarkıları, ancak bunun yanında Bob Dylan, Leonard Cohen gibi biraz daha entelektüel folk rock diyelim, rock bile değil yani. Folk Ballad daha uygun olabilir; ama gizli gizli senfonik rock ile çok yakın bir ilişkim vardır. Onu pek yüksek sesle söylemezdim o dönemlerde. Özellikle Yes ve biraz da Jethro Tull. Benim için bunlar birbirine karışmıştı. Ayşe Tütüncü desen, biraz Jazz dinlerdi, rock ile çok da ilişkisi yoktur. Zaten klasikçi, Erik Satie, Bahar Ayini bestecisi İgor Stravinsky dinlerken, yeni yeni kuzey jazzı da dinlemeye başlamış. Onda da bu etkileri görüyoruz. Saruhan mesela müthiş bir pop jazz meraklısıydı. Bütün bunlar birbirine karışmıştı aslında. Dolayısıyla etki nedir diye soruyorsanız, valla yok etki.

 

 

 “FİKRET KIZILOK BENİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ”

 

Kasım konserinde dinleyiciler arasındaydım. Hatta Fikret Kızılok da vardı konserde. O zamanlarda doğrudan demokrasi çocukları olduğumuz için, her konser sonunda söyleyişiler yapardık. Yaptığımız müzik üzerine konuşurduk. Kızılok kaldı o konuşmaya ve benim kendisiyle ilgili bütün olumlu anılarımın canına okuyan bir şey yaptı. Sanıyorum Ezel Akay’dı sahnede, ekipmanları toplamaktaydı. Kızılok, Ezel’e “Hey George” diye seslendi. Kimse ilgilenmedi. Yine “Hey George” dedi. Herkes döndü baktı. “Bakın, George deyince cevap vermiyorsunuz” dedi. Sahnedekiler “ Evet, yani” dediler. O ise “Kendi dilinde yapmak lazım” dedi. Yani orada yapılmaya çalışılan şeyi tamamen kaçırmış. Kızılok’tan beklemezdim böyle bir cümleyi. Zaten gitarla yapılmaz, bağlamayla yapılmalı müzik diyen bir solcu kitlesi vardır. Onlardan bekliyorsunuz bu gibi cümleleri ama Kızılok zaten gitar çalan, batılı armoniler kullanan birisi. Ondan hiç böyle bir şey beklemezdim.

Mesela İngilizce Rock şarkılarından oluşan bir konser nedeniyle böyle tepki verilirse, o daha anlamlı gelebilir: “Kardeşim insanlar hapishanede, idamlar oluyor. Siz oturmuş orada rock takılıyorsunuz.” Hayır, o eleştiriyi de çok ciddiye almam aslında. Kişi kendisini bu şekilde ifade ediyorsa, bu şekilde ifade ediyordur. Herkes aynı şeyi yapmak zorunda değil. Kızılıok’un ne anlatmak istediğini anlıyorum, ama o da değil orada olan. Dolayısıyla Kasım’daki konserden yani sessizliğin üstüne gelen konserdir. 1984’teki “An Meselesi” konseri ise artık Mozaik’in belirli bir seyirci kitlesinin oluştuğu, seyircilerin Mozaik’ten neler duyacağını artık anladığı etkinliktir. Bu bir yenilikti. Ancak Türkiye’nin en değerli müzisyenlerinden birinin söylediği cümlelere üzülüyorsunuz. Yani bir de, bunu “Niye Türkçe söylemiyorsunuz arkadaşlar?” diyerek sorsa ve tartışılsa problem değil ama aşağılayıcı bir tonda söylemesi beni çok üzmüştür.

 

ODTÜ’NÜN DEVRİMCİ AHLAK ZABITASI

 

Aynı dönemde ODTÜ’de Yeni Türkü, Boğaziçi’nde ise Mozaik ortaya çıkıyor. Adı konulmamış bir rekabet var sanki. Mozaik daha Batı temelli bir müzik yaparken, Yeni Türkü daha alaturka bir müziğe yöneliyor. Üniversite habitusunun müziğinizdeki etkisi neydi? Mesela Pink Floyd etkisi bu nedenle Mozaik’in eserlerinde var?

 

Kuşkusuz var. Biz 70’lerde Boğaziçi’nin Tiyatro ekibiydik. Birkaç sefer ODTÜ’ye tiyatro festivaline gitmiştik. ODTÜ’ye gittiğimizde kendimizi yabancı gibi hissederdik çünkü orası tamamen sol bir grubun öğrenci hayatına işaret eder. Bunda tabii bir sorun yok. Fakat o sol grup, kendi adına yaptığı iç muhafazakarlıklarda müthiş bir egemenlik sağlıyordu. DAZ (Devrimci Ahlak Zabıtası) kelimesini biliyorsunuzdur, el ele tutuşan arkadaşların DAZ görevlilerinden fırça yemişliği vardır, “Bırakın elleri” diye. Eee bu da bana bir şey söylüyor. Yani ODTÜ bir açıdan daha radikal ama bir açıdan da daha muhafazakar bir yer. Boğaziçi o radikalliğe hiç ulaşmadı, her zaman daha gevşek bir yer oldu. Yaşam tarzı açısından ise hiçbir zaman muhafazakar olmadı. Hangisini tercih edersin dersen, tabii ikisinin iyi yanlarını tercih ederim. Öyle bir ihtimal de yok. ODTÜ radikalizmini Boğaziçi yaşam tarzı genişliği üzerine oturtamıyorsun. Türkiye’de solun zaten en büyük problemlerinden bir bu. Radikalleştikçe, muhafazakârlaşıyor. Şu anda da en radikal konuşanlar, en muhafazakârlar.

 

Bob Dylan ve Leonard Cohen’e tutkunuzu biliyoruz. Bu sanatçıların sizin konotasyonları neler ifade ediyor?

 

Bu “Şarkı Okuma Kitabında” anlattığım hikaye. Benim için müzik her zaman songwriter müziğiydi. Sözler ve müzik her zaman bir aradaydı. Enstrümantal besteler de yaptım. Enstrümantal müzik dinlemem ya da yapmam değil. Ama ben şarkı yazarlarını dinleyerek büyüdüm. Şarkı benim için her zaman bir miktar şiirdir. O yüzden Türk popunu asla dinleyemem. Yani en iyi olduğu zaman da dinleyemiyorum. Mesela bir sürü insan Tarkan ötekilerden farklı der. Çocuk aslında popun kalitelisini yapıyor derler. Yani haklıdırlar herhalde çünkü bunu söyleyenler, tanıdığım müzik zevkine güvendiğim insanlar. Ama mümkün değil, ben “muck muck öptüm seni” sözleriyle giden bir şarkıyı baştan kaybediyorum. Belki de çocuk, çok iyi şeyler yapıyor müzikal anlamda, riffler buluyor, insanın kulağına takılan iç temposunu harekete geçiren güzel şeyler buluyor ama  o söz beni huzursuz ettiği zaman gerisi rahatlatamıyor. Serdar Ortaçları hiç saymıyorum zaten. Amerikan ya da İngiliz popu da aynı şekilde. Ben Whitney Houston dinleyemiyorum ki, mümkün değil. Çocukluğumda İngilizce bilmediğim için ABBA dinlerdim, 14-15 yaşına gelene kadar yani. İngilizce anlamaya başladığım anda bitti, çünkü benim için her zaman sözün anlamı önemli; ama bu şu da demek değil, harika şiirlerden yapılan berbat besteler vardır. Onlar da benim için son derece itici. Ben hep altın dengeyi yakalamayı ararım. Yani sayısı çok da olmayan müzisyenlerden bahsediyorum. Eee Leonard Cohen bunlardan biri. Basit bir müzik, kompleks bir müzik değil ama iyi bir basit müzik. Bob Dylan öyleydi. Peter Gabriel öyleydi 80’ler boyunca ve 90’larda. Police zamanında Sting de öyleydi, gerçi o sonra cılkını biraz çıkardı. Tersini örnekleyeyim. U2’yu hiçbir zaman sevmedim çünkü her zaman sözüm ona radikal sözleri vardır, ancak çok monoton ve sanki hep aynı şarkının farklı versiyonlarını çalıyormuş gibi şarkıları vardı. Ben U2’nun bir tane şarkı yaptığını, diğer albümlerini ondan türettiğini düşünürüm. Sıkıcıdır benim için ama bunlar solcuymuş da, insan hakları mücadelesine destek veriyormuş da. Peki, tamam, O zaman şiir yazsın. Bir tarafa taviz vermekten yana da değilim. Çok harika sözlerle kötü bir müzik yapabilirsin.

 

 

Şarkı Okuma Kitabı’nızda, “Hala tatminkar bir cevap veremediğim” dediğiniz Victor Jara’nın “ Niçin Şarkı söylüyorsun?” sorusunun cevabı aradan geçen yıllardan sonra sizi tatmin edecek şekilde güncellendi mi? Veyahut ne olursa daha tatminkar bir cevabınız olurdu?

 

Tabii ki hayır, bu soruya cevap vermemek gerekir. Bu soruya cevap verirsem ben ölmüşüm demektir. Tam da bu nedenle müzikle ilişkim kavgalıdır.