Umudun Yarattığı Kaygı
Umut, insanın kendi kendine vadettiği birtakım hayallerden ibaret. O hayalleri süsleyen iyi temennilerin ardına saklanmış kaygı öylesine kamufle olmuş ki, hayal edenin onu görmesi pek mümkün değil
Zaman kavramı içinde bildiğimiz şeyler sadece düne dair. Dün bildiğimiz şeyler kadarını biliyoruz. Bugün ise, dünkü deneyimlerin ışığında hayatımızı idame ettiriyoruz. Yarın mı? Yarın, hepimiz için koca bir bilinmez. Yarının, bilinmezin bir diğer adı da Umut!
İsmet’in Umudu!
Yıl 1927. Dünyaya gözlerini açan bir çocuğa İsmet adını koydular. O İsmet, zamanı geldiğinde, Türkiye henüz modern müzik akımlarıyla tanışmamış, hâlâ Bizans döneminden süregelen kendi müziğini yaşatırken çok büyük işler yapacaktı. 2017’ye veda ettiğimiz zaman diliminde de bir adam çıkıp, “Türkiye’nin en önemli cazcılarından, ilk caz orkestra şeflerinden biri” ünvanıyla onu takdim edecekti.
Türkiye’de müzik tarzı faşizmi var. Mesela, Beatles sever birine anında “hippi bu” diyerek onu başkalaştıranlarla, arabesk dinleyene “kıro” diye sınıflandırmalara bölen insanlarla dolu bu ülke. Rahmetli babam geldi aklıma. Kaset rafının üst sıralarında Ümit Besen, alt raflarında ise Michael Bolton ve Elton John kasetleri vardı. Toplumun bakış açısını baz aldığımda, babamın sosyal statüsü beni epey düşündürdü.
Velhasıl, müziğe “müzik” gözüyle değil, hitap ettiği kitle ve yarattığı kültür olarak bakılan bir ortamda, 78’lerde Amerika’daki dünyaca ünlü, “World Music” kavramının yaratıldığı yerlerden biri olan Creative Music Studio’da, dönemin önemli müzisyenlerine ders vermiş İsmet Sıral, tabi ki kendi ülkesinde bilinmeyecekti. Bu ülke, 300 küsür yıl boyunca kendi kültürünün yapı taşları olan Bach’ları bugünlere taşıyabilen ülkeler gibi, kendi ülkesinin önemli isimlerini 50-60 yıl ötesine bile taşıyamadı. Hatta yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse; Mozart’ın 239 yıldır saklı tutulan bir eserini, Avusturya Tutti Mozart orkestrası ile sahneye taşıma onuruna erişen Şefika Kutluer’in ülke çapındaki bilinirliği ne yazık ki, bir elin on parmağı kadar bile değil. Düşününki, bu isimleri biliyor olmak ya da caz, klasik müzik gibi türleri dinliyor olmak bile, “entel” olarak nitelendirilmenize neden oluyor. Not düşmek gerekirse, buradaki “entel” tatlı bir hakaret, dışlama içeriyor. Gerek siyasi gerekse kültürel olarak, bizden olmayan diye nitelendirilen her şey, aslında “bizim” gibi gösterilen ama esasında “bize dayatılan” şeyler ile ilgili…
Sıral’ın biyografisi internette çok detaylı olmamakla birlikte bulunabilir. Araştırmacılığınıza güvenerek detaya girmiyorum. Fakat, hayatı ile ilgili şu kesite girmek istiyorum. Yıl 1987. Marmaris’te büyük bir umut ile yaşamını sürdüren Sıral, aynı yerde intihar ediyor. Yıllarca, tüm emeğini, aklını heba ettiği bir umudu vardı; o da Marmaris Turunç’ta satın aldığı arazinin üzerine bir müzik okulu inşa etmek. Sağlığı bozulup, yaşamını sürdürebileceği kadar gelire sahip olamayan Sıral, Turunç’taki araziyi satıyor. Ardından da bunalıma girip hayatına son veriyor.
Müziği üreten cenah için “umut,” aklındaki ve elindeki yetenek kadar değerli. Müzisyenlerin, sadece müzik ile hayatlarını sürdürmeleri bu ülke için epey zor. Kerem Görsev’in denk geldiğim birkaç röportajında -o ya da bu sebepten hiç fark etmez,- sıkça gözlemlediğim rahat yaşadığına dair ibarelere gerçekten seviniyorum. Keşke tüm müzisyenler aynı koşullarda yaşıyor olsa. Çünkü, iyi müziği üretmek için zamana ve çok çalışmaya ihtiyaç var. Mevcut koşullarda günlük yaşantısını sürdürme telaşından heba olan bir sürü müzisyen var.
Bir ülkenin “sanat üretmesi” neden önemli biliyor musunuz? O sokakta “kıro” ya da “entel” diye aşağıladığınız adam/kadın ile iletişim kurabilin, empati yapın; özetle insan olun diye önemli. Size dolaylı yolardan da olsa satılan “ah o liseli” sapkınlığı yerine, İlhan Mimarloğlu’nun herhangi bir eseri satılsaydı bugün siyasi, kültürel veya tamamen birey bazında arzu ettiğiniz hayatı yaşıyor ya da az da olsa hissediyor olurdunuz. Kültür, iyi ya da kötü hayatın tetikleyicisidir. Bu benim iddiam değil. Dünya üzerindeki örnekleri açıkça gözlemlenebilir.
Sıral, işte bu yüzden önemli bir örnek. Yaşadığı dönem itibariyle, hayal ettiği kazancı elde edebilseydi bugün yıllara dayanan köklü bir müzik okulundan bahsediyor olabilirdik. O okul var olsaydı belki de bu aralar 30. yılını kutluyor olacaktık. 30 yılda yetiştirdiği, ülke kültürüne kazandırdığı sayısız Kerem Görsev’lerden, Ferit Odman’lardan bahsediyor olabilirdik. Sıral, müzisyen olarak elde edemediği o parayı başka işlerde, başka şeyler yaparak da elde edebilirdi ama o zaman kendisinden bahsedebilir miydik emin olamıyorum. Şu an bile onun müzisyenliğinden daha çok, müzik okulu-umut-intihar temalı bir sansasyonel bir durum üzerinden tahliller yapıyoruz. Yazık!
Hazzın Yarattığı İllüzyon
Yakın dönem içerisinde, ülkenin koşullarına bakarak müziği icra etme fikri hakkında kendi içimde çokça tartışmalar yaşadım. Bu konuyla ilgili birkaç müzisyen arkadaşımla yaptığımız konuşmalarda verilen ortak mesaj hep aynıydı. “Ortama kızıp bırakmak neden?”, “üretime devam etmek gerekir” diye eleştiriler aldık sürekli. Müziğe devam etmek ya da etmemek bir tercih meselesi değil. Müzik, bir yerden sonra yemek yemek, uyumak gibi hayatın akışı içerisinde “normal” bir şeye evriliyor; olması gerektiği gibi.
Aklımda bazı merak ettiğim sorular var. Kutay Soyocak‘ı ilk Peygamber Vitesi‘nde tanıdık. Sonra da Jakuzi‘de farklı bir formatta müzik yaparken gördük. Bu durum hep merak uyandırdı bende. İki müzik tarzı arasında uçurumlar var. Soyocak’ın Peygamber Vitesi’inden Jakuzi’ye geçişi bir isyan mıydı? Yoksa geçmişten gelen bir arzu muydu? Yoksa her şey akışında mı gelişti? Müzik tarzı birbirinden çok farklı ama kimilerince Jakuzi, Peygamber Vitesi’nden daha başarılı. Elbette şunu değerlendirebiliriz. Peygamber Vitesi, özellikle ikinci albümü itibariyle kolay dinlenebilir ve anlaşılabilir değildi. Zira bu gerçek anlamda bir başarı kıstası değil. Jakuzi ise, sokaktaki 10 kişiden 8’ine kendini dinletebilir. Sahne duruşundan, sözlerine kadar tamamıyla bir proje grubudur Jakuzi ve bu alanda da, hedeflediği nokta itibariyle de istediğini almıştır. Konuyu bağlayacağım noktaya birazdan geleceğim.
Şimdi odağınızı Nihil Piraye‘ye çeviriyorum. Nihil Piraye’nin “Sanduka”sı ile “Değildir” serisi arasındaki muazzam farklılığın da bir açıklaması muhakkak vardır. Grubunun belki de hatırlamak istemediği “Sanduka”, elbette beklenti ve beğeni karşılamayabilir ama üretim kaynağındaki isimler aynı ama ortaya koydukları eserler çok farklı. Başka bir örnekle; Sakin’den Onurr’a geçiş arasındaki sertlik de bir yumrukla tuz buz olmaz değil mi?
Ne demek istediğimi anladığınızı tahmin ediyorum. Daha idealist ve özgün ama dinleyici tarafından ilgisiz karşılanan gruplar ya da isimler, dinleyicinin profiline uygun alanlara kayarak bilinirliklerini arttırmıştır. Yıllara dayanan dinleyici özlemi, onca emek, çaba, harcanan para bir kez bile geçtim maddi kısmını, manevi olarak bile geri dönüş sağlamıyordu. Şimdi ise her şey tersine dönmüş vaziyette.
Hayatlarını müzikle idame ettirmeye çalışan müzisyenlerin esasında çok fazla tercih şansları yok. Askeriyede ya da belediyelerin orkestralarında konservatuar mezunu olan, resmi olarak da müzisyenliğini kanıtlayan insanlara da pek tercih şansı sunulmuyor. Dinleyicinin ve güç sahiplerinin kolundan, yakasından çekiştirerek bir yere sıkıştırdığı bu insanlar “bir şey olmaya zorlanıyor.” Onlar bugün senden Jakuzi olmanı isteyecek, yarın da başka bir şey olmanı. Onların istediği kişi oldu diye, Jakuzi’yi gömmek değil mesele; bu işin kolay yolu olur. Dergiden Ali abi’nin (Ali Örnekal) dediği gibi; “arada dayağı yiyen müzisyen”, “sebep olanlar geride duruyor” yorumu olayın net olarak özetidir.
Tektipleştirilen Müzisyenler
Sadece müzik için değil, herhangi bir şey için insanları tektipleştirerek, günün koşullarına uyarlamaya zorlamak tam anlamıyla haksızlık. Bugün çıkıp bu yazı üzerine Jakuzi ya da Nihil Piraye, “bu bizim tercihimiz”, “yazdıkların saçmalık” diyecek belki de. Bu gerçekten öyle de olabilir; olmayabilir de. Lakin, kendi bilinçaltına dâhi itiraf edemedikleri şeyler olabilir. Benim, senin ve onun gibi…
Benim değinmek istediğim nokta konunun bilinç altında yaşananlar. Yeniden bir soru sormam gerekiyor. Jakuzi hiç olmasaydı, Peygamber Vitesi devam etseydi aynı “başarıyı” elde edebilir miydi? Nihil Piraye, Sanduka’nın izinde ikinci bir albüm çıkartsaydı şu an benzer bir bilinirliği elde eder miydi? Cevabı hepimiz biliyoruz. Hayır! Peki bu, Sanduka ya da Peygamber Vitesi kötü, sıradan, dinlenilmez olduğu için mi? Kesinlikle hayır!
İşte burada; müzisyen kanadında, haz temelli bir tercih yapmaya teşvik ediliyorsun. Peygamber Vitesi olarak devam ettiğinde yok olacaksın. Mevcut dinleyici kitlesi ile o müziği var etme şansın yok. Jakuzi olarak devam edersen Babylon’da kapalı gişe yapıyorsun. Eğer istenen gerçekten Jakuzi olmaksa hiç problem değil, fakat istenen Peygamber Vitesi olmaksa, “yok olmaktan korktuğun için” Jakuzi olarak devam ediyorsan o illüzyonun bir parçası oluyorsun.
Bazen insanlara istediğini vermek yerine, insanlara istediğin şeyi anlatmaya direnmek gerekiyor. Fakat kimseyi de “sen neden idealist değilsin” diye yargılamak da haddimize değil. Bu tercihin iki yakası var. İsmet Sıral olup intihar etmek zorunda kalmak ya da Jakuzi olup kapalı gişe yapmak. Sert bir kıyas olduğunun farkındayım. Örneği çarpıcı hâle getirmek için bu kıyası yaptım.
Örneklemelerimin saflığını size temin ederim. Sadece müzisyenin tercih yapma psikolojisini sorguluyorum. Jakuzi veya Nihil Piraye güncel dünya şartlarına göre doğru olanı yapıyor olabilirler. Bu yazıda bu isimlere yönelik bir eleştirim yok açıkçası. Benim derdim bu karmaşayı yaratan -gerçekten- varsa şayet sektörün ve o sektörün müzisyen ve dinleyici dışındaki kalan kesimin kendisiyle; üreten ile dinleyen arasındaki köprüyü kuran menajerler, organizatörler, müzik yazarları, müzik blogları, gazeteler, radyolar, şahsına münhasır önem arz edilmiş abiler/ablalar ile…
Dünya, güzel şeyler yaşamak hayaliyle, “umut” üzerinde yüzen bir şey. Ve maalesef dünya, Victor Jara hissiyatıyla hareket etmek için kaygan bir zemin. 73’te gitar çaldığı için elleri kırılan, ıslık çaldığı için dili kesilen adamın cesareti çoğumuzda yok. Evet, belki direnişe sebep olan konu farklı. Bu kadar çetin bir kavga içinde değiliz ama her ne arzu ediyorsak geleceğe dair; hepsinin özünde “umut” var. Bir plazada, haftanın 5-6 günü çalışarak hayatın içinde “umut” ettiğin müzik ile erimek mi, yoksa istemediğin bir müziği üretme pahasına, bile bile o müzikle erimek mi?
İsmet Sıral, Kutay Soyocak, Victor Jara ya da Berk Sivrikaya… Hangisi olursanız olun. Müzik bir umudu temsil eder. Umut ise bir kaygıyı. Kaygı ise uçsuz bucaksız, ne olduğu ya da olacağı belli olmayan bir akıl ormanını. Yarını!
Akıl ormanlarında kaybolmak zorunda olmadan müzik yapmak mı?
Belki,
Bir gün.
*Görseller: İsmet Sıral (Ercan Demirel – Ironhand Records)