Yıl 2000’lerin ortası. Rock’ın Türkiye’de görece ana akımlaşmaya başladığı bir dönem.  MFÖ, Duman ya da Şebnem Ferah gibi isimler kariyerlerinin zirve dönemlerini yaşıyorlar. Sen o dönemde Stüdyo Frekans’ta ancak günümüzde ‘popüler’ sayabileceğimiz yerli bağımsız sahnesinden insanlarla çalışıyorsun. O dönemi biraz anlatır mısın?

 

Ben Stüdyo Frekans’a ilk defa 2001 yazında gittim. O zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nda çalışıyordum. Adından da anlaşılacağı gibi Unknown Pleasures isimli, Joy Division coverları yapan bir grubumuz vardı.  Aslına bakarsanız, Joy Division coverlayarak çalmayı öğreniyorduk. O stüdyoda çok eğlendik. Evrim ve Aytunç işletiyordu orayı. Yazın işleri seyrekleşiyordu. O dönemde genelde biz gidiyorduk. Lakin Frekans o zamanın en kaliteli stüdyolarından biriydi. Nezih ve kaliteli insanlar diyebileceğim “Türkiye’deki cazcılar” hep Frekans’a gelirdi. Ben doğru düzgün caza hep orada aşina oldum. Hatta Türkiye’de cazın o kadar iyi olduğunu da Frekans’ta öğrendim desem abartmış olmam.

 

İSTİFA EDİP ORTAK OLDUM

 

Stüdyo Frekans’ı açarken umutlarınız, beklentileriniz nelerdi?

 

Aytunç ve Evrim çok iyi işler yapmalarına rağmen, o günkü şartlarda ekonomik olarak hayal kırıklığına uğradılar. Bir süre sonra stüdyoya gelmemeye başladılar ve Aytunç askere gideceği için satmaya karar verdiler. Ben de o zaman bir gazetenin spor servisinde çalışıyordum. Klasik 2000’ler ortası Türk spor basını: Müdür yardımcısı oluyoruz ama hiç zam yapılmıyor! Ben de bu süreçten çok sıkılıyordum. En sonunda bir gün istifa ettim. Az bir tazminat alabiliyordum zaten. Onu aldım, sonra Dinar Bandosu’ndan Asaf (Zeki Yüksel) abiyle gittik Stüdyo Frekans’ı aldık. Amacımız “24 Hour Party People”daki gibi bir ortam yaratmaktı. O film Joy Division’ın Happy Mondays öncesinde piyasanın çok dışında gözükmesini ancak sonrasında insanların hayallerini hayata geçirebilmek için akıllarını, yüreklerini ortaya koyuşlarını, sonra da piyasanın kendisine dönüşmelerini anlatır. Filmden çok etkilenmiştim. Ana karakter Tony Wilson vardı.  Adam müzik kadar futbol da seviyor tabii, Manchester United taraftarı. Bunu görünce, “Bizim gibi insanmış, biz de böyle bir şey yapabiliriz” dedim.

 

 

Bu arada, Stüdyo Frekans tam olarak neredeydi?

 

Kadıköy Anadolu’nun bir paralelinde.

 

Stüdyoda neler yapıyordunuz peki? Dinar Bandosu’nu oraya taşımışsınızdır muhtemelen…

 

Dinar Bandosu’nun adını Meriç Güleç, Ece Ayhan etkisiyle Stüdyo Frekans’ta koymuştu. Sonrasında gruptan ayrılmıştı. O dönemde bizim kitle Ece Ayhan’ı çok seviyordu tabii. Bu anlattıklarım Yapı Kredi Yayınları’nda çalıştığım zamanlara denk geliyor zaten. Ece Ayhan’ın tüm kitaplarını bedava okuma mutluluğuna erişmiştim çünkü son düzelti görevi bana verilmişti. Stüdyoyu aldığımızda, Dinar Bandosu dağılmıştı. Askerlik sorunları, yurt dışına gidenler, başka grup kuranlar derken bir tek Asaf Abi, Yılmaz ve ben kalmıştık. Orayı açınca Dinar Bandosu’nu devam ettirebiliriz dedik. Özellikle Replikas yaptığı işle bize Erkin Koray’la Joy Division arasında bir yer olduğunu göstermişti. Bunu da gayet derin Türkçe sözlerle oldurabiliyorlardı üstelik. İlk Replikas konserine gidişimin hemen sonrasında eve gidip, Dinar Bandosu’nun da ilk şarkısı olan Saykodelikzade Mahmut Paşa’yı yazmıştım. Sözleri de İlber Ortaylı’nın biz öğrencilerini trollemesinden yola çıkarak yazılmıştır aslında.  Bir gün derste söylemişti bu ismi bize, biz de “Hocam böyle biri olabilir mi” diye sormuştuk. O da “Kesin vardır” diye bize laf atıyordu, en sonunda “Siz bu kafayla işte…” dedi. (gülüşmeler.) Öyle yani, olmayan bir kişidir aslında Saykodelikzade Mahmut Paşa.

 

 

O dönemde hangi alternatif gruplar Stüdyo Frekans’a geliyordu? Nasıl bir üretim süreci vardı?

 

O dönemde yeni kuşakla ortaklaşa neler yapabiliriz dedik. DDR geldi o sıralar yanımıza, nam-ı diğer Doğu Almanya. Zaten evleri de yakındı stüdyoya. Sonrasında Ars Longa geldi. Ars Longa çok iyidir, çok eleman değiştirdiler ama bir grubu yürütmek kolay iş değil. O gruplar öyledir yani. Yeni Türkü de öyle, Kesmeşeker de öyle. Sonra bir gece DANdadaDAN geldi. Bakıyorsun, “Burak Irmak nasıl org çalıyor öyle abi?” diye soruyorsun, babası neyzen çıkıyor. Bakıyorsun, stüdyoya Korhan Futacı geliyor, saksafonu wah wah pedalıyla çalıyor, onu bırakıp distortion kullanarak vokal yapıyor; dibin düşüyor! Hatta biz oradan DANdadaDAN’dan Feryin’i Dinar Bandosu’na transfer ettik. O Türkiye’nin en iyi basçılarından biridir, hatta dünyanın en iyi basçılarından biridir de sadece o farkında değil. Sorun şuydu aslında, DDR’ciler DANdadaDAN’ın müziğini beğenmiyor, DANdadaDANcılar DDR’nin müziği sevmiyordu. Eee, biz ne yapalım? Biz ikisini de beğeniyorduk. O ikisini bir arada tutmak falan sıkıntılıydı. Bu şunun gibi: Erdal İnönü, Türk solunu birleştirmek için diğer siyasilerle balıkçıya gidiyorlar. CHP, DSP, SHP dönemlerinden bahsediyorum. Erdal İnönü de o zamanlar başbakan yardımcısı. Garson gelip “Efendim ne yersiniz?” diye soruyor. Erdal İnönü de “Sen zahmet etme, biz birazdan birbirimizi yiyeceğiz” diyor.

 

Bu arada bizle beraber Replikas konserlerine gelen farklı gruplar da varmış. Misal Ayyuka. Biz Ayyuka ile böyle bir suni gerilim yaratmaya çalıştık. Hani Oasis ile Blur atışır ya, onun gibi… Ama gün sonunda geceleri çorba içiyorduk. Hâlbuki gerçekten onlar başlangıçta bizden iyi çalıyordu. Sonra Ayyuka’nın gitarcısı ve beyni olan arkadaşla Lig TV’de beraber çalıştık. O dönemde müzik yapanlar bir yandan da çalışıyordu, ayrı meslekleri vardı. Ben ise sadece müzikten para kazanayım dedim. Burayı açtık. Stüdyoyu su basınca tıpış tıpış asıl mesleğim olan spor medyasına geri döndürdüler!

 

 

 

Peki, Stüdyo’nun eski döneminden müzisyenlerle nasıl bir iletişim kurdunuz?

 

Eski müşterileri de küstürmemek gerekti çünkü her şeyden önce düzgün karakterli insanlardı. Cazcılar olsun, pop şarkıcılar olsun. Ben pop şarkıcılarla tanışana kadar popçuların iyi olacağını düşünmüyordum. Pentagram’ın “Popçular Dışarı” mottosunun da etkisi vardır tabii. Ancak o dönemde popçularla sadece ticari bir ilişki kurmak istemedik. Onlarla konuştukça şunu gördük; onlar farklı türde müzik yapmak istiyorlar, ama işte çocukları var, aileleri var. Evlerini geçindirmek için yapmak zorunda kaldıkları müzikleri yapıyorlar ve aslında çok çok iyi müzisyenler. O dönemde katı kalıplar vardı. Şu an, pek yok o kadar katı kalıplar. Şimdikilerin şansı kalıpları tek potada eritebilmelerinde gizli. Ben öyle dar kalıpları sevmem. Misal babam “Biz sizin yaşınızdayken Caddebostan’da Rolling Stones mu Beatles mı tartışması yapardık” diyor. Ya tartışılır mı bu? Onun karşıtı uyduruk piyasa şarkıcısı kardeşim, bu konunun nesini tartışıyorsunuz siz? Piyasanın kendisi olmuş taş gibi 2 rock grubu. Onları koruyacağınıza, o mu daha iyi bu mu daha iyi diye tartışarak aptalca zaman kaybediyorsunuz!

 

Underground rock sahnesi nasıldı? Hazır nostalji özlemi varken orta sınıfta, nasıl anlatırsınız o dönemleri? Bağımsız Yerli’nin bu hale geleceğini tahmin ediyor muydunuz?

 

Replikas’ın davulcusu Orçun’u anlatmak istiyorum. Adam tam anlamıyla, 2000’lerin gerçek yeraltı Türk Rock’n Roll’uydu. Aynı anda bir sürü grubu vardı. Gidersin Peyote’ye, bakarsın kimler çalıyormuş diye, grup üçüncü şarkıya gelir, bir anda arkadan Orçun sahneye çıkar. Yani çalanlar istemese bile Orçun çıkardı o sahneye. Hoşuna gidiyor, şarkının parçası olmak istiyor. Dinar Bandosu’nun bir Peyote konserinde arkamda darbuka çalınıyor, farkında değilim. Kendi kendime “Lan çok güzel darbuka sesi geliyor” diyorum ama o an çaldığımız şarkılar arasında darbukalı olanı yok! Orçun bir yerden darbuka bulmuş, arkamda takılıyor öyle. Öyle şeyler çok güzeldi birbirine destek veriyorsun. Desteklediğimiz ölçüde umut vericiydi. Ben bazen DDR ile synthesizer çalardım, başkalarına gitarla eşlik ederdim. Basçısı olmayan basçı bulana kadar bana çaldırırdı vs… Çok güzel, temiz hatıralar…

 

 

REPLİKAS NEYİ BAŞARDI?

 

Beyoğlu’nda 2000’den fazla alkollü içecek ruhsatına sahip mekânın olduğu bir dönemden bahsediyoruz aslında…

 

Gerçi o mekânların hepsi şimdi buraya (Kadıköy) geldi de, o dönemde benim şanssızlığım yine Kadıköy’de oturmaktı belki de. Gençliğim yıllarca gitar taşımakla, yokuş çıkmakla geçti. Benim bir tane pedal çantam var rahmetli dedemden kalma bir bond çanta. O çanta yüzünden kaç tane polis “Bu nedir?” diye beni çevirdi. Polislerden biri çok orijinaldi. Durdurdu beni, ne bunlar dedi. “Yaa, gitar pedalı” dedim, polis bana “Ee bir tane iki tane pedal olur” dedi. Ee biliyor işte polis, çalıyor evinde gitarı. Bir tane iki tane olur diyor. Açıp internetten gösteriyordum, kardeşim bak diyorum “woongwooong” diye ses çıkarır bu. Polis onu biliyorum diyordu. Ne yapabilir ki adam, emir kulu!

 

Şimdiki gibi kalabalık oluyor muydu o dönem konserler? Şu an yerli sahne için ciddi bir talep söz konusu.

 

İlk Dinar Bandosu konserimiz bir resim sergisinin altında olmuştu misal. Sonrasında ufaktan konserler vermeye başladık. O dönemde daha çok müzisyenler diğer müzisyenlerin konserine gidiyordu. Onların 3-5 arkadaşı geliyordu. Böyle devam ederken, bir gün Peyote’de çaldık, bir baktık yer kalmadı. Sonra dedim ne oluyor,  bu ne biçim iş bu. Olamaz falan filan. Ama bir yandan da grup kulaktan kulağa yayılıyordu. Ee bir yanda, DANdadaDAN çalıyor. İşte o sıralar çok umutlanmıştım. Sonrasında birileri gruptan ayrıldı, plak şirketleri hemen bu alana üşüştü. Bir anda çok kötüye sardı her şey. Çok erken yaşandı bu olaylar. Maalesef müzikal akım anlamında bebek o dönem prematüre doğdu. Olsun ama şimdi küçük kardeşi ya da kuzeni sound çok daha sağlıklı ve sağlam adımlarla ilerliyor.

 

Beğendiğiniz grup ya da müzisyenler kimlerdi?

 

Replikas’a çok yazık oldu vallahi. Replikas yeni bir Türkçe Rock yapılabileceğini gösterdi. Çok kişiyi etkiledi. O dönem Duman da, Kesmeşeker de önemli işler yapıyordu tabii ancak Replikas piyasadaki “Bu tutar abi, bu tutmaz abi” ezberinin çok daha ötesinde bir şey yaptı. Misal DANdadaDAN şimdi çıksa, ortalık yangın yeri olur. Replikas’ın plağı şimdi basılsa, 100 lira eder en azından. Yani pazarlaman ne kadar iyiyse, müziğini o kadar iyi satabilirsin ama plakta öyle tek şarkıyla geçiştiremezsin, tüm şarkılar iyi olmalı. Mesela Mariah Carey internete şarkı sızdı diye ağlamıştı. Ee, sen bir tane, bilemedin 2 tane iyi şarkı koyuyorsun. Sonra denizi dolduran beton gibi  kalanı doldurmak için dolduruyorsun. Olmaz ki öyle! David Bowie’nin de dediği gibi, “Bu musluktan akan su gibiydi”, kaynağı kalmadı. Şimdi tekrar plak formatına dönüş biraz da bu yüzden zaten.

 

Buradan cümleler Spotify’a gelecek gibi sanki?

 

Yok, vallahi bende yok. Zaten var o şarkılar bende. Ne yapayım ben onu, ama çok başarılı iş o ayrı. Ee Mp3 olmasaydı, insanlar 60’lardaki 70’lerdeki süper işleri dinleyemeyecekti ki! Benim NTVSpor’da Onur Tuğrul adlı o zaman Fenerbahçe muhabiri olan bir arkadaşım vardı. “Abi sen iyi dinliyorsundur söyle bir şeyler” dedi. “NEU! dinle” dedim, “Spotify’da yok abi” cevabını verdi. Onur 1 ay sonra yanıma geldi: “Abi ne iyiymiş bu grup”. Yani Spotify sürekli toparlıyor, bu iyi bir şey. Spotify gibi mecralar ya da gelişmeler olmasa gençler 60’ları dinleyemeyecek ki… O Replikas’ın albümü şimdi olsaydı, plağı kesinlikle çok satardı. Kesmeşeker ilk albümünü şimdi yapsa, müthiş rağbet görürdü. Çok iyi gruplar dağıldı gitti. Replikas değişti diye giydirdiler ya o dönemde, ya popçular gibi aynı mı kalsalardı? Radiohead elektronik yapınca bir şey yok, Replikas yapınca “Auuuuwww”? Hadi canım sen de!

 

Ayyuka, Düş Macunu, DDR, Kafabindünya gibi gruplarla “Frekans Vol:1”i yayınlamışsınız. Dönemi düşündüğünüzde büyük bir risk almışsınız aslına bakılırsa…

 

İyi bir albümdür o. Masrafını çıkarmıştık. Bandrollüdür, legaldir yani. Her şeyin parasını ödedik. Kimse de rencide olmasın diye herkesin de payını vermiştik. Ee tabii şey var, “Bizim şarkı niye beşinci sırada, öbürü niye ikinci sırada”. Bunlar olacak artık, yapacak bir şey yok. Frekans CD’sinden çıkardığımız tüm gruplar Peyote’de sahne almıştı. O dönem Peyote çok etkiliydi. Büyük çoğunluğu Peyote sahnesinde kabul gördü. İzleyicileri geldi, orayı mekân edindiler. Peyote demişken Hakan Orman çok önemlidir, değerlidir.  Allah rahmet eylesin, müthiş bir insandı. Sürekli elma yerdi. Çok da keyifle yerdi. Hakan Abi’yi ne zaman düşünsem, elma çekiyor canım. Pek sevmem aslında yeşil elmayı.

 

“PEYOTE’YE AĞLAMAMAK İÇİN GİTMİYORUM”

 

O yıllar bize yabancı geliyor, biraz ayrıntılı anlatabilir misiniz?

 

Hakan Abi Punk, progresif ya da elektronik ayrımını aşmış biriydi. Kendi de yıllarca birçok mekânı kurdu. Müzik direktörlüğünü yaptı. Her yeni şeyi takip etti, icra etti ama onları da trend tüketiciliğine indirgemedi. Objektif ve sübjektif olarak, kendisi ve insanların hoşuna gidenler arasında bir sentez yaptı. Çok iyiydi o dönem. Zaten bir yere gittiğinde orada Hakan Abi varsa, o senin dikkatini çeker zaten. “Vayy adama bak Brad Pitt’e benziyor” dersin içinden. Hakikaten öyle bir tiptir. Sonra bir bakıyorsun Brian Eno gibi müzikleri de bu adam DJ kabininde çalıyormuş. Gruplar üzerinde etkisi de çok iyiydi bence, mesela Dinar Bandosu’nda Hakan Abi’nin grubu kurarken söylediği güzel ve çok değerli şeyleri geliştirdik fakat sonra o dönem dile getirdiği eleştirel sözlere kulak tıkadık. Ben kişisel olarak o sürecin hata olduğunu düşünüyorum. Ama maalesef Hakan Abi de toprak oldu. Ben de artık Dinar Bandosu’nda çalmıyorum.

 

Hakan Orman

 

O zaman, Hakan Abi’yi sadece Peyote üzerinden okumamak gerek…

 

Hakan Abi menajer gibiydi ama para almıyordu aksine mekânın hasılatını kendisi hariç herkese dağıtıyordu. Sanat direktörü gibiydi ama hiç tepeden inmecilik, ukalalık yapmazdı. Her şeyi münasip dille anlatırdı. Bütün bunları kendinde taşımaktan artık kendine zarar vermeye başlamıştı. O elim kazayı geçirdiğinde de muhtemelen artık o kadar yorulmuştu ki,  zihinsel olarak karşıdan karşıya bakma refleksini bir anlığına kaybetmiş olabilir. Büyük ihtimal öyle bir şeydir çünkü hakikaten herkesi sırtında taşıdı. Valla ben Hakan Abi öldükten sonra Peyote’ye bir kez daha gidebildim. Peyote’yi kötülemek için ya da her şey Hakan Abi’den ibaretti mesajı vermek için söylemiyorum. Gidince aklıma o geliyor, çok üzülüyorum. Bu yaşta da insanların arasında ağlamak istemiyorum. O yüzden Hakan Orman öldükten sonra sadece bir kez gidebildim. Eşim o esnada yanımda olup koluma girmese oracıkta üzüntüden yere yığılıyordum. Gidiyorsun ve ruhsal açıdan Everest’in insani versiyonu Hakan Orman yok!

 

Sizin zamanın sahnesi ve şu anki sahne arasında ne gibi benzerlikler ya da farklılıklar var?

 

Benim solo albümümün adı Retro Fütürist ya da Retro Gelecek olacak. O dönemin müzik ortamını anlatabilir diye o isimleri düşündüm. Dinar Bandosu’nun ilk albümünde kendi aramızda yaşadığımız, zamanından önce fazla kasmamız ya da bazı sesler için geç kalmamız gibi durumlar vardı. Misal şimdi Retro Fütürist döneminin ikincisi yaşanıyor. Jakuzi’nin yaptığı müzik bu ikinci dönemin altını büyük ölçüde özetleyerek dolduruyor. Teknik ve öz arasında rekabet değil aksine işbirliği olmalı. Tekniğin bir kısmı artı teknolojik de ister istemez. Bilgisayarı kullanacaksın tabii. Popçu bir kullanıyorsa, sen iki kullanacaksın çünkü sen daha kreatif müzik yapıyorsun. Şu an elektronik aletleri kullananlar ticari olarak daha kârlılar. Tabii sadece analog olarak da çok güzel albümler yapılıyor. Onlar müthiş oluyor, onlara bir şey demiyorum. Ancak Jakuzi gibi grupların kullandığı prodüksiyon tarzı ya da self yapımcılık da bir tür zorunluluk, maliyeti indirip kalan enerjisini de müziğini yaymak için kullanıyorlar. Ben hücum kayıt da yaptım, makaraya kayıt da yaptım. Öbür türlü analog kayıtları yapmak isteyen halen yapabilir. Şimdi grup elemanları daha az kişiden oluşuyor. Bilgisayardan çok seslilik sağlanabiliyor. Eee, şimdi synthesizerlar da gelişti, insancıllaştı ve tabii fiyat olarak ucuzladı. Bir tane Doğu Alman orgum vardı. DDR onunla çalıyordu, öbür grup istiyordu ona da veriyordum. Benim dışımda herkes çaldı, halen bende de değil org. Ama daha eskiden daha da zorluydu bu denemeler. İnanmayacaksınız, synthesizerların akordunu yapıyormuşsunuz. Voltaj yetersiz olup kayıt sırasında sesi gidiyormuş. Barış Manço’nun 2023 albümü bu şekilde kaydediliyor, hatta King Crimson bile aynı sorunlarla albümü kaydediyor.

 

“SERDAR ORTAÇ HEP PİNK FLOYD SÖYLESİN”

Vega’nın  “Delinin Yıldızı” albümü kamuoyunda ciddi bir etki yarattı. Metropolde yaşayan orta sınıf bu aralar büyük bir nostalji duygusuyla çalkalanıyor? O dönemi yakından takip eden biri olarak böyle bir nostalji patlaması yaşanacağını düşünüyor muydunuz?

 

Onlar o müziği yapmaktan hoşlandıkları için yapıyorlar. Ya bu nostalji meselesi garip. Flört’e de aynı eleştiriyi yapıyorlar ama alakası yok. Elemanlar o müzikleri seviyor kardeşim. Vega geri dönmüş işte, Vega yokken daha mı iyiydi hayatın? Mesela Vega’nın rakibi Duman değil ki, hepsinin rakibi Serdar Ortaç! Ben öyle bakıyorum olaylara. Serdar Ortaç’a da Pink Floyd söyledi diye kızıyorlar. Ee ne güzel işte. Hep söylesin, hep Pink Floyd söylesin hatta. Kendi şarkılarını söyleyeceğine sürekli Pink Floyd söylesin… Daha güzel, kendi şarkısından çok daha güzel çünkü.

 

 

Bu durum ülkenin politik gündeminden bağımsız olmasa gerek…

 

Ülkedeki belirsizlikten dolayı, sosyal sınıflar da bir yerden sonra belirsizleşti. Ya halen işçi sınıfından çıkan bir grup var mı mesela? Az sayıdadır. Bizde işçi sınıfı, o sınıftan kopmak için 70-80’lerde arabesk yaptı. Arabeskin çelişkisi de buydu zaten; o müziği, babasının yaptığı mesleği yapmamak için yapıyor, ama anlattıkları babasının hayatı. O yüzden herkese de, sen şöyle yapıyorsun diyemeyiz.

 

“VAPURDAKİ KONSERİMİZDE YOLCULAR GÖBEK ATTI”

 

Kadıköy vapurunda verdiğiniz konser nasıl gerçekleşti?

 

Bizim en çok kazandığımız konser o mesela. İstanbul Kültür Başkenti projesinde yaptığımız konserdi. Bizim menajer Deniz Kahya, artık nasıl konuştuysa hayatımızda müzikten kazandığımız en çok parayı o konserden kazanmıştık. Şöyle bir şeydi: Vapur Karaköy-Kadıköy arası bir sefer yapacak, biz de çalacağız. Onlara dedik ki “Yaa bir kere çalmak olur mu?” Bak bir kere biz parayı konser öncesinde almıştık. Hayatta böyle bir şeyi yaşamamışız. Parayı cebimize koymuşuz yani. Ancak öyle bir ortam oldu ki, oradan bir yankesici paraları yürütse gram umrumuzda değil. Bütün vapur bizim şarkılarımızla göbek atıyor, dans ediyor. İşte sefer bitti, bir tane beyefendi geldi. Kendisi organizatörmüş. “Ali Bey teşekkürler” dedi, Ben de “Ne teşekkürü yeni yolcular giriyor, biz daha çalarız” cevabını verdim, “Yorulmasaydınız” dediler, “Ne yorulması ya, daha yeni başlıyoruz!” dedim. Biz bazen Balans’ta, Peyote’de, Nayah’ta falan seyirci sayısı 15’e düşene kadar çalardık, 4 saat hiç durmadan çaldığımız bile olmuştu.

 

Vapurda göbek atan yolcular size neyi gösterdi?

 

Neymiş? Ezberci, salak ve sözde “Halkla İlişkiler” uzmanı şarlatan aksini iddia etse de şans verilince halka inebilirmişsin. Halk bize inmiş kardeşim, sana ne gerisinden! Sen adi piyon prodüktör, yıllarca ne dinletmek istiyorsan, neyi zararsız görüyorsan onu dinletmişsin. Bence asıl o şarkılar kültürü, toplumsal yapıyı bozdu. Garip bile olmayan oksimoron bir popüler müzik türettin! Bencillik, ego ve dahası var sadece sözlerde. Levent Yüksel’i ya da Tarkan’ı kast etmiyorum elbette. Bütün şarkılar “Ben en güzelim, sen kimsin?” türevinden oluşuyor. Sosyal dokuyu bozan o şarkılar değil miydi? Bizde ne vardı ki? İstanbul’u anlat, tarihsel konulara değin. O konserde bir amca vardı. Takım elbiseli, belli ki eski bankacı amca. Böyle vardır ya hani pardösülü, elinde şemsiye.  18:15 vapurunda görürsün bu amcaları. Adam konser sırasında çantayı bırakmadan göbek attı.  Biz 3 sefer gittik geldik, amca vapurdan inmeden 3 sefer boyunca durmadan dans etti. En son bize abi nerede ineceksiniz diye sordular, Kadıköy mü Karaköy mü diye. O saatte dönmek imkânsız bizim için yani. Vapur bittikten sonra Karaköy’den nasıl döneceksin! Bu bir gün sonra Kadıköy Belediyesi’nin kulağına gitmiş.  “Siz vapurda konser yapmışsınız, bizimle de bir şey yapar mısınız” diyerek bizi aradılar. Biz de yok dedik. Öbüründen o kadar çok para kazanmıştık ki… Üff… Bütün gruba 3 bin lira gibi bir para vermişler eh nihayetinde. Tabii o paralar aynen müzik enstrümanlarını yenilemeye harcandı! İşte öyle, halen halk o müziği beğenir mi diyorlar, bak işte gördük beğeniyor muymuş işte?

 

GİTARINI İSTEYEN ERKAN OĞUR’A NE CEVAP VERDİ?

 

Stüdyo Frekans’ı su basmıştı. Böyle unutamadığınız anılarınız oldu mu?

 

Kadıköy Caferağa’da belli sokakları halen su basıyor, yapacak bir şey yok. Ben şu an oralarda üçüncü katta ailemle beraber oturuyorum. Ancak 12 yıl önce şöyle bir şey olmuştu. İsmail Soyberk ülkenin en iyi basçılarından bir tanesidir. Benim o su baskınında bir anfim gitmişti. İsmail Abi dedi ki; “Altı yandıysa yandı. Üst kafayı alsana sen, o 80 model Alman Hartke” dedi. “Nasıl yani” dedim. “Oğlum git kafasını sök ve al” diye cevapladı. Solo albümümün bütün baslarını o sökük kafayla yaptım. Bir de o dönem benimle çalışmaya gelen gençler olurdu. Onlara “Abi kasada para yok, şurada elektrik parasını toplayamıyoruz, her an kesilebilir” diyordum. Onlar da bunları dememe rağmen gitmezlerdi. Bir gün gençler internetten yemek satan yeni bir dükkân bulmuşlar. Biz de yemek söyledik, bekliyoruz işte. Bir anda Akın Eldes yemeklerle geldi. Bir anda ayağı kalkıp, “Aman abiiii” dedim. Aman estağfurullah derken bir anda ortalık Kemal Sunal, Şener Şen filmine döndü. Akın abi “Ya olur mu, eşimin dükkânı” diyor, ben de aman abi olur mu ya diye sayıklıyorum. Sonra utandık yemek söylemeye, biz onların dükkânına yemeğe gittik. O da bizim yanımıza geldi.

Bir başka gün, Luthier İsmail’in dükkanında Erkan Oğur benim gitarı çalıyordu. Fender Coronado‘mu, bir de sordu “Çalabilir miyim?” diye. Erkan Abi’ye “Abi ne izni gitarı al götür evine abi” dedim. Erkan abi bir çalıyor zaten, sen bir daha gitara bakamıyorsun, “Bu şaheser adamdan sonra o gitarı nasıl çalacağım ki? Başka enstrümana mı geçsem?” diyorsun kendi kendine…

 

“AKKALE VE BAĞCAN İLERİDE EDITH PIAF GİBİ OLACAK”

 

Günümüzde yerli sahne nasıl? Kimleri dinliyorsunuz, beğeniyor musun yeni nesil işleri?

 

Valla hepsini beğeniyorum, arasında az beğendiklerim de var. Varsın bizim çocuklar yapsınlar. Harika bence, tek bir kötü laf etmeyeceğim. Onların rakibi piyasa, birbirleri değil. Serdar Ortaç rakip. Popçular rakip yani. Sağolsun, Hakan Tamar’dan büyük çoğunluğunu öğreniyorum. Mete Avunduk’un mekânında çalıyor. Orada Hakan’ın çaldıklarını dinlemek çok hoşuma gidiyor. Bir sürü grup öğrenip not alıyorum. Plağı varsa plağını, CD’si var CD’sini alıyorum. Hakikaten yeniler arasında beğenmediklerim yok, çok beğenmediklerim var sadece. Onlar da bana kalsın.

 

Yerli isimlerden bahsetmişken, Brian Eno sence Belkıs Akkale’yi neden seviyor? Oryantalist bir bakışı olabilir mi?

 

Yok bence tam tersi. Brian Eno daha ilk albümlerinde batı rock ya da pop standartlarını aşmıştı zaten.  Sonra Ambient, daha sonra Talking Heads gidiyor böyle. Talking Heads’in elemanı gibiydi aslında. Oradan Afrika sularına daldı. Zaten Afrika müziğine girdiğiniz zaman, dünya müziğinin yarısı demek. Sadece fiziksel bir coğrafi alandan bahsetmiyorum, Amerika’daki Afro Amerikan müzik etkisinden Latin Amerika’daki müziklere kadar… Büyük bir etkiden söz ediyorum. Çok normal ve bu benim de çok hoşuma giden bir şey. Dedem öldükten sonra ben rahmetli babaannemde kalırdım. Rahmetli babaannem de Belkıs Akkale’yi çok severdi. Ben de evinin arka odasında kasetten Brian Eno dinlerdim. Ama o zaman Brian Eno’nun Belkıs Akkale’yi bu kadar çok sevebileceği aklıma gelmezdi. O yüzden çok hoşuma gidiyor bu durum. Ayrıca Eno’nun araştırmacı ruhu, MP3’ün olmadığı dönemlerde bunu yapmış olması, zaten onun ne kadar değerli bir müzik madencisi olduğunu gösterir. Misal Brian Eno dönemi Roxy Music’in “If there is something” böyle bir şarkıdır. Şarkı buram buram doğu melodileri kokar. Belkıs Akkale, Selda Bağcan yıllar ilerledikçe daha da kıymetli olacak, Fransa’daki Edith Piaf gibi olacak.

 

Eskisi gibi cayır cayır antemik şarkılar çıkmıyor artık? Niye böyle oldu sizce? Elektronik mi bozdu Indie’yi?

 

Bir kere Noel Gallagher ile Johnny Marr halen devam ediyor. Ben buna bakarım. Bunların sololarında grupları dönemindeki solist tahakkümüne karşı bir isyan var. “Biz de söylüyoruz işte Morrisey, Liam beyler”… Kapris yapmayın bize artık.  Hakikaten öyledir. İkisinin de solo albümleri çok iyidir. Indie bunlar halen. Ancak niye antemik şarkılar yok? Antemik şarkılar ortaya çıktığında Thatcher döneminin de sonuydu. Muazzam bir coşku geldi tabii. Sonra Tony Blair hepsini hayal kırıklığına uğrattı. Mahvetti insanları ve beklentilerini. 2000’lerin ortasında yapılan albümlerde bu hayal kırıklığının yoğun etkisi vardır. Misal Ian Brown’un yaptığı bazı kayıtlar genellikle Irak Savaşı’nı konu aldı. Aldatılma, çok büyük aldatılma hissi ve akabinde daha karamsar müzikler ortaya çıkmaya başladı. Yaşadığın şartlarla ilintili. Misal şu anda çok büyük bir Stoner patlaması var. Onun da buralara uğramasını bekliyorum. Ama elektronik mevzusunda durum şöyle: Elektronik ile yeni Indielerin ilişkisi liberallerin sosyal demokratları yutması gibi ama elektronik böyle neo-liberaller gibi yıkıcı değil, ilerlemeci. Şimdi Indie sadece yolunu arıyor. Ee tabii, midi çıktı ve kafalar karıştı biraz. Örneğin The Foals var, şarkı güzel başlıyor, sonra basit kalıyor. Foals, The Verve’e göre çok basit bir müzik. The Stone Roses’a göre de basit bir müzik. Aslında sorunuzda ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum, ama şöyle düşünün, bir süre sonra sosyal demokratlar neo-liberallerden ayrışmaya başladı. Aynı şey Indie için de olacaktır. İnsanlar her şeyin hep aynı gideceğini, düzenin hiç değişmeyeceğine inanıyorlar. Oysa dünya 15-20 yılda bir düzenli ya da düzensiz olarak değişiyor.

 

Kasabian, Leicester City Şampiyonluğunda “Underdog”u binlerce kişiyle söyledi. Şampiyonluk şarkısı oldu adeta. Futbol, şehir ve müzik 90’lardaki gibi bereketli değil, niye böyle oldu Ada?

 

Eski Indie’cilerin hepsi iyi futbolcu. Misal The Verve’ün solisti Richard Ashcroft altyapıda bayağı Wigan’da oynuyor. George Best misal, futbolculuk kısmından gece hayatı kısmına geçti, yani müziğe yoğunlaştı.  Serge Pizzaro da öyle bir adam. Ben en son Manchester City şampiyon olduğunda Johnny Marr ve Noel Gallageher’in suratının güldüğünü gördüm çünkü Noel, Manchester City 3. ligteyken de takımı destekliyordu. O da bilirdi, Manchester’da oturup, United’ı tutmayı. Oasis müzikte şampiyonlar ligini aldığı zaman, United da futbolda Şampiyonlar Ligi’ni alıyordu, ama biz City’liyiz dediler. Bu bizde olsa, United’lılar albümümü almaz derler ve böyle işlere girişmezler. Kasabian’ın Fire’ı Premier League’in resmi şarkısıydı. Bu süper bir şeydi. O sayede geniş kitlelere ulaşabildiler. Manchester’a gelelim. Alex Ferguson’la birlikte United sahada başarılı oldu, City ise Oasis ile müzik sahnesinde başarılıydı. “Sevinmek için sevmedik biz City”i gibi bir çıkışı vardı.

 

 

Manchester United, yerlilerini niye bu kadar kaybetti?

 

Ferguson sonrası, Ferguson’a kıyasla çok başarısızlar. United her sene ligde başarılı olan bir takımdı. Ferguson bıraktı ve Ada’da ezeli rakibi Liverpool’u destekleyen birisi olarak kurtulduk diyeceğim. Mourinho tabii iyi ama Ferguson gibisi yok şu an için. Geldiğinde 86’ydı, sonbahardı. İlk açıklamasında “Liverpool’u tahtından indireceğim” dedi. O öyle bir Liverpool’du ki; ya şampiyon oluyordu ya da şampiyonlar ligi şampiyonu. Adam onu indirdi. Biz de onun büyüklüğünü kabul ettik. Yapacak bir şey yok. Müziklere gelince, İngiltere’ye 7 yıl aradan sonra Özgür Buzbaş’la gittim. Leicester City- Sevilla maçına gitmiştik. “Manchester’da kalalım” dedim. Şehirde halen plakçılar vardı her yerde. Fiyatları da Londra’ya kıyasla çok daha düşüktü tabii. Manchester’da iyi bir müzik ortamı var. Ancak Factory 251 gibi bir yer yok artık. Belki de bu nedenle eskisi gibi gruplar türemiyor oradan. Liverpool’dan da Beatles’dan sonra Echo and the Bunnymen, Teardrop Explodes çıktı, Coral çıktı, başka çok çarpıcı bir şey yok. Çok beklentiye girmemek gerek.

 

BİLİÇ’LE TELEFONDA ŞARKI ALIŞVERİŞİ

 

Peki, Steven Harris, Heavy Metal ve Biliç. Bu üçlü teoride uydu sanki, ama başarı anlamında Biliç ilk senesi haricinde biraz daha soft takıldı gibimize geliyor? Beklentilerin altında mı kaldı Heavy Metalci Biliç?  Sert bir riff bekliyorduk oysa.

 

Heavy Metal futbolunu oynatan Jurgen Klopp’tur. Sürekli karşı pres, yüksek tempo oyunu ancak Lovren gibi stoperler olunca, olmuyor tabii. Bu şeye benziyor, davulcun kazmaysa hızlı bir müzik çalamazsın. Ancak ligde 9. olursun. Zaten Lovren’i sevdiğim tek an, Beşiktaş maçında penaltıyı uzaya attığı andı. Biliç’e gelecek olursak, çok sevdiğim bir arkadaşım. İstanbul’dayken belli saatlerde bazen bana telefon açıp,  kendi çaldığı gitarla şarkılar dinletirdi. Ben ona Black Sabbath çalıyordum. O “Black Sabbath’i babam da çalar” diyordu. Sonra beni arayıp sen şunu çalabilir misin diye başka bir şey dinletiyordu. Biliç’e Beşiktaşlı arkadaşlar çok güzel bir siyah beyaz gitar hediye ettiler. Onu çalıp, “Bak sen Queens of Stone Age çalabiliyor musun?” diye sorardı. Arkadaşlık bir yere kadar ancak teknik direktörlükte Beşiktaş’ta son 3 ayı çok başarısız olmasa da, başarısızdı… West Ham United’da da tam kovulacakken bir şeyler oluyor. Dün Tottenham maçı, eyvah 2-0 oldu dedik. Sonra yaptı yine yapacağını, geriden gelip Tottenham’ı yendi. Yapıyor işte bunları. Biliç West Ham’ın da eski bir futbolcusuydu, iyi de bir futbolcusuydu. Ancak teknik direktör olarak çok daha zor bir görev devraldı.