The Rasmus, HIM, Evanescence, Hypnogaja, Slipknot, Metallica, Iron Maiden, Children of Bodom’ dan Pink Floyd, Queen, Led Zeppelin, Deep Purple’lara uzanan bir yıldızlar geçidiydi adeta. Odam tam bir dergi yığını, duvarları posterden gözükmeyecek haldeydi. Çantamdaki rozetlerden bahsetmiyorum bile…

 

 

İşte tam o zamanlar, bir Placebo konser afişiyle karşıma çıktı ve bedenimdeki tüm hücreler “kızım, senin buna gitmem lazım.” Şeklinde zıplıyordu. Ancak kulaklığımdan dinleyebildiğim bir grubu, canlı olarak tecrübelemek, algı sınırlarımı aşan bir şeydi benim için. Daha İngilizce bilmezken tüm sözlerini, çevirilerini ezberlemiş, Lastfm adımı bile “Asthray Heart” koymuştum. Hala ergenlik isyanımı herkesin burnuna sokmakla ilgileniyormuşum…

 

Aldım biletimi, bir şekilde ailemi ikna edip en önden de yerimi ayarladım. Saatlerce beklenen Kuruçeşme Arena sırasının ardından o büyük an gelmiş, müzik başlamıştı. Her yanımı çevreleyen hoparlörlerin yarattığı titreşimi bire bir kalp atışımda hissettiğimi ve “bu müzik bana fazla mı geldi, acaba kalp krizi mi geçiriyorum?” diyecek kadar büyük bir şokla karşı karşıya olduğumu hatırlıyorum. Bir yandan da heyecanım, bunu sorgulamayacak kadar fazlaydı.

 

Sahneye Brian Molko geldiği an, onu tüm mimiklerine kadar incelemenin ardından, kalp krizi düşüncelerini tabii ki bir kenara bırakmıştım. Gözlerimi kapatıp müziği içimde, damarlarımda hissetmenin hazzıyla şarkılara deli gibi eşlik ettim. Bir yandan da takibim sürüyordu; ben kendimi kaybederken o ne yapıyor, nasıl söylüyor acaba?

 

 

Boğazım acıyor ve nefesim tükenmiş olsa da sesim kısılsın ve yarın konuşamayacak noktaya ulaşayım gibi bir çabam vardı. Belki de soyut şekilde yaşadığım bu coşkuyu yansıtabilecek tek somutluk o ses kısıklığı gibi geliyordur. Morarana kadar şarkı söylemem gerekliydi bu nedenle…

 

Türkiye’deki kitlesinden övgüyle bahsettiği o ana geldiğimizde, sanki bire bir benden söz ediyormuş ve beni anlamış gibi bir mutluluk yaşadım. Brian Molko, gelip tüm şarkılarını bana söylemiş ve karşılıklı bir iletişim içindeymişiz gibi muazzam bir coşku ve bolca doyumsuzluk içinde, müzik ve biranın sarhoşluğuyla ayrıldım konserden.

 

Bu hazza, bir gün karşımda en efsane müzisyenlerle, gruplarla karşılaştığımda bile ulaşabilir miyim bilmiyorum ancak bu tecrübesiz duyguyu, hiçbir tecrübeme değişemedim henüz. Bu noktada “ilk” kavramını sorguluyorum ve sanırım yenik düşüyorum. Tartışılmaz bir heyecan sunuyor insana, ilk olacağının bilincinde ve hevesindesin. “Son” dediğimizde, bir sürü tecrübe ve son olduğundan bir haberlik bizi bekliyor gibi. Tecrübesizliğin getirdiği afallama, şok, bilinmezlik… her ne derseniz, o “tek”liği sunan başka ne olur bilinmez. Yani ilk konserimin bende adına yakışır bir “Placebo etkisi” yarattığını kesinlikle söyleyebilirim.

 

 

Tabii bu heyecandan bahsetmişken şunu da irdelemeden olmaz. Şimdilerde yaşanan “ilk”ler ile benimki denk düşer mi? Bilgisayarıma müzikleri indirip, dinleyebilmek için bile saatlerimi harcadığım, bu kadarcık bir temasın bile bir mesele olduğu zamanlardı aslında. Bir de genellikle Limewire üzerinden bulup indirilen müziklerin, virüslü olma durumuyla karşılaşıp büyük bir hayal kırıklığı ve panikle virüsü bilgisayardan hızlıca temizleme telaşı var tabii. Bu çırpınışın sinir bozucu boyutlara ulaşabileceğini söyledikten sonra, albüm CD’lerini alabilmenin mutluluğundan da bahsetmeden olmaz. Tek masrafımız olan kantin giderlerine göre şekillenmiş harçlığımızı, bu uğurda bir güzel hiç ederdik. İşler böyle olunca o yaşlarımız bizi şarkı değil de albüm dinleme kültürüyle tanıştırmıştı ilk olarak. Tüm şarkıları sırasına kadar öğrenip dinlerdik. İçlerinden en sevdiklerimiz, hiç sevmediklerimiz, olmasa da olurlarımızı belirlerdik.

 

Tüm bunları düşününce, daha büyük bir “giz” barındırıyordu hayranlıklar. Görmek, konuşmak bir yana dinlemek için bile kendi çapımızda bir mücadelemiz vardı. Şimdi en ulaşılmazlara bile pek uzak sayılmayız, öyle hissetmiyoruz. Bir postere bakıp hayallere uzanmak bir yana, gitmediğimiz konserleri canlı olarak takip etmek hatta bireysel irtibatlar kurmak bile çok olağan. Ulan dinlediğimiz müziği, söyleyene karşı çatır çatır eleştirebiliyoruz şimdi. Bunları düşünmeme sebep çok fazla bir yaş almışlık değil, değişimin inanılmaz bir hızı var ve biz hiç fark etmeden her birine ayak uyduruyoruz, alışıyoruz. Geleni değil de geçmişi yadırgıyoruz…

 

Bir de bireysel evrilişime göz atıyorum. O zamanlar dinlediğim müzikleri ikiye ayırabilirim; hala her dinleyişte aynı duyguları uyandırabilenler ve o zamanın telaşıyla dinlenip, şimdilerde pek bir şey ifade etmeyenler… Hepsini buluşturabildiğim tek bir nokta var; duyumsadığımda yüzümde oluşan tebessüm. Müzik, insana her zaman neler hissederek dinlendiğini bir şekilde anımsatıyor. Placebo’nun Gezi Parkı döneminde çıkarttığı Rob the Bank şarkısı ve klibi de içimde yıllar sonra aynı sıcaklığı yaratmıştır. (Brian Molko, yine beni anlamış ve bana uzaklardan göz kırpıyor.) Ablamın “kızım eskiden gece gündüz bunları dinlerdik.” diye açtığı müziklere verdiğim tepki nasılsa, bu şarkıya denk geldiğimde de aynı toy ve saf hisler canlanmıştır içimde. Belki de daha fazlası…

 

Artık öyle sert ve yüksek müzikler dinleyemiyorum, tercih etmiyorum belki de. O zamanlar isyanımı dışa vurmakla meşgulken, şimdilerde ruhumda hissedebileceğim ritimlerle ilgileniyorum. Sentez müzikler özellikle. Farklı tınıların bir araya gelmesi çok cezbedici geliyor ve değişik kültürleri ayrımsadığım bir müzikte, kendi ruhumu yakalamanın ayrı bir hazzı var benim için…

 

Hani sayfalarca yazı yazdıktan sonra geri dönüp baktığınızda sayfaların çoğu yırtılıp atılır, üstü karalanır. İçsel bir “ben bu kadar çirkin bir yazı mı yazdım? Gerçekten mi?” kavgası çıkagelir ya… Aslında bu güncel zihnimizin daha iyi bir aşamaya geldiğinin şahane bir kanıtıdır. İki gün, iki ay ya da iki yıl önceki düşüncelerimize bakıp, bir güzel alay edip, daha iyisi için hazır olduğumuz muhteşem bir yüzleşmedir. Müziğin de böyle evreleri var. Ruhumuz ve kulağımız her zaman bir başkasını ve çoğunlukla daha iyisini talep ediyor…

 

Müzik, tını, nota bunlar şüphesiz ki sonsuz şeyler. Uzaya kadar yolu var. O yol, bireyselliği de aynı sonsuzlukta barındırıyor. Beni en güzel anıma döndüren bir ses, bir başkasını en acısına döndürebiliyor ve bu seslerin durmaksızın yenilerini keşfetmek, ayrı dönemlerde ayrı tatlar alabilmek muazzam. Siz de umarım bu yazıyı kendi tecrübelerinize dönerek okursunuz ve bizimle paylaşırsınız. Bekliyorum, heyecanla!