Karabük’ten başlayalım… 60’lı yıllarda Karabük’te müzik sahnesi nasıldı?

 

Oldukça iyiydi. Karabük her anlamda çoğu ilden daha ileriydi. Kültürel anlamda da Türkiye’de Fitaş’tan sonra ikinci yazlık sinema Karabük’teydi. Tüm emekçilerin, memurların, işçilerin, mühendislerin ayrı kulüpleri vardı. Bu kulüplere İstanbul’dan müzisyen getirterek o alanlarda müzik yapılırdı. Haftada üç gün müzik olurdu. Hatta Ramazan ayında bile devam ederdi. Müthiş bir yazlık sineması vardı, Türkiye’de bir taneydi. Gelenler ona hayran kalıyordu. Yani kültürel açıdan çok renkli bir yerdi. O zamanlar en azından üç dört tane amatör orkestra vardı. Biri de bizim grubumuz olan Gölgeler Orkestrası’ydı. Çok iyi olmasa da kendi çapımızda Avrupa’daki müzikleri 45’likler aracılığıyla plakçıdan temin edip, o günün şarkılarını  yapıyorduk. Ben davul çalıyordum o zamanlar, gitar çalmıyordum henüz.

 

Tünay Akdeniz

 

Peki o dönem plakları Karabük’ten nasıl ediniyordunuz?

 

Karabük’teki plakçıdan ediniyorduk ya da İstanbul’a gittiğimiz zaman oradaki plakçılardan alıyorduk. Gazeteden takip ediyorduk. Milliyet Gazetesi’nin daha sonra adı “Hey” olan iki sayfalık müzik eki vardı; ekte şarkı sözleri, şarkı notaları, dünya müzik piyasalarından haberler ve dünya müzik listeleri yer alıyordu, bir numarada şu var, iki numara bu var diye ama seçim yapmaksızın. Mesela Fransa’dan bile bir sürü şarkı oluyordu, İtalya’dan da şarkılar vardı. Listede Johnny Hallyday vardı, Beatles zaten o zaman hep liste başıydı. Yardbirds’ler, Jimi Hendrix’ler… Daha sonra bu müzik eki, aynı çatı altında Hey Dergisi olarak çıkmaya başladı.

 

“PINK FLOYD SEVMEM”

 

Anadolu’da Rock ile müzikal ilişkiniz nasıl ortaya çıktı? Ailenizde rock müziği dinleniyor muydu?

 

Hayır, ailede müzisyen de yok. Sadece babamın sesi güzelmiş, konservatuarı kazanmış rahmetli. Aileden tepki görmüş. “Yani çalgıcı mı olacaksın” denmiş. O da gitmiş maden mühendisi olmuş. İçinde bir ukdeydi, tahmin ediyorum. Ailede benden başka müzisyen yok. Ne baba tarafında, ne anne tarafında.

Rock’a gelince, bunu biraz da şuna bağlıyorum; insanın karakterinin bir parçası olarak müziği düşünürsek, bu müzik karakteri içerisinde benim biraz daha hard müziğe ilgim vardı demek… Demek ki diyorum; çünkü mesela ben Beatles sevmem pek.  Çünkü bana hitap etmiyordu, çok romantik şarkılar… Rolling Stones’u da sevmem mesela. Ben üç gitar bir davulla yapılan SERT müzik türlerini severim. O zamanlar The Yardbirds, The Artwoods vs. vardı. Az kişi bilir… Onları dinlerdim veya o sound’a  yakın daha sert, içinde klavye olmayan müzikler dinlerdim. Rock’ta klavye sevmiyorum.

Tünay Akdeniz ve Grup Çığrışım.

 

O dönemde popülariteye sahip Anadolu Rock furyasına kendinizi kaptırmamış gözüküyorsunuz. Neden daha zor bir yolda yürümeyi seçmiştiniz?

 

Anadolu Rock olayını başından beri sevmedim. Bence kolaya kaçılmış bir müzik türüydü. Yani bilinen şarkı ya da türküleri Batı sound’unda çalmak. Bas, davul, distortion gitar. Bu benim fikrim. Hiçbir şeyde kolaya kaçmayı sevmem, sevmedim de. Bence üretmek lazım. O zaman üretilmedi mi peki? Evet, üretildi fakat ritim olarak benimsediğimiz, kulağımızın yatkın olduğu ritimlerle çalındı. Bu da satışı artırıyordu. Toplumun kulağına hoş geliyordu. Olay müzikte olsa keşke, neticesinde yapımcısı da sanatçısı da para bekliyor. Ben bu düşüncenin içinde olmadım. İlk plağım “Salak” kapağının iç kısmında aynen şunu yazdım:

“Çalışıp uğraştık, ülkemizde denenmemiş söz ve müzikle bu değişik 45’liği hazırladık. Başarabildiysek ne mutlu, başaramadıysak yeni yapıtlar hazırlayacağız.”

 

Rolling Stones’u niye sevmiyordunuz? Orada görece rock bir sound’u var diyebiliriz?

 

Bana hitap etmiyordu. Yani hep aynı düze şeyler, aynı düze ritimler. Çok fazla atraksiyonu olmayan şarkılar gibi geliyordu. Mesela Deep Purple, Uriah Heep vs. de içinde org olduğu için bana pek hitap etmez. Biliyorum, dinliyorum. Bütün albümlerini ya da 45’likleri biliyorum ama Deep Purple beni pikabıma koyayım da bir Deep Purple dinleyeyim moduna hiç getiremedi. Pink Floyd sevmem çünkü benim halet-i ruhiyem o tarafa çok dönük değil. O biraz daha melankolik yaşayan insanlarla ilgili belki de. Sözlerini de bilemediğimiz için o zamanlar, gerçi hala da çok çözemiyoruz.

 

Tek düze olmamayı neden sevmiyorsunuz peki?

 

Tüm insanlar belli bir tür dinlese diğer türlere gerek kalmazdı. Yani herkesin mutlaka beyninde canlandırdığı bir müzik türü var. Zaten bu da çok sesliği getirir. Benim yaptığım “Salak” ve “Babam Yazdı Ben Besteledim” de tek düze olmayan şarkılardır. İçinde iki üç tane ritim değişikliği vardır. Dinlerken ritimsel anlamda başka bir pasaja geçince, insanın belli bir ritme alışan kulağı yeniden o şarkıya yönleniyor. Yani öyle çok tek düze tabir edilen şarkıları sevmiyorum. Tek düze şarkı yapmadım mı? Yaptım. Bir tane rock’n roll yaptım. Buna da tek düze demek müziğe aykırı olur neticede. Rock’n roll büyük bir olaydır.İkinci plağımda bir tane daha yaptım ama ona da modülasyon koydum. Biliyorsun modülasyon genelde tek düze giden şarkılarda kullanılır. İnsan kulağını biraz daha cezbetmek için yarım ses veya tam ses modülasyonları yapılır. Mesela Zagerand Evans’ın, In The Year 2525’ı vardır ve bu şarkı tek düze bir şarkıdır aslında. In The Year 2525’da en azından dörde yakın modülasyon vardır.

 

KARABÜK’TE TENEKE DAVUL ÇALAN BİR EFSANE

 

Karabük’ten 1968’de İstanbul’a taşınıyorsunuz. Neler hissettiniz? Gerçi ara sıra gidiyordum İstanbul’a demiştiniz ama…

 

Evet gidiyordum. Akrabalarım oradaydı. Liselerarası yarışmanın ikincisine biz de katıldık Karabük Sanat Lisesi olarak. O sıralar ‘aranje’ diyorduk, şimdi ‘düzenleme’ mi diyelim? İlk kez Türkçe şarkıları düzenleyerek gitmiştik yarışmaya. Sonradan şart koşuldu, liseler arası yarışmada yoktu bu kural; “Şarkılarınızdan bir tanesi halk müziği ya da sanat müziği düzenlemesi olsun.” dediler. Benden bir sene sonra Yeşim gitti yarışmaya. Aynı okulda okuyorduk, aynı müdürlüğe bağlıydık. Kız Sanat Enstitüsü ve Erkek Sanat Enstitüsü . Yeşim de Karabüklüdür, yani Karabüklü derken uzun yıllar orada yaşamışlar. Babası Karabük Demir Çelik Fabrikalarında çalışıyordu. Çoğumuzun babası gibi.

 

Peki Karabük’te müziğe nasıl başladınız?

 

Karabük’te davul çalıyorum, ondan önce bağlama vardı. Ben Sivas Divriği doğumluyum. Kütüğüm, baba memleketim Trabzon ama babam maden mühendisi olduğu için Sivas Divriği Purunsur Köyü’nde (Köyün günümüzdeki adı Demirdağ) doğdum. Orada Alevi dedelerinin bağlama çalmaları, söylemeleri çok hoşuma gitmişti. Bana babam Erzincan’dan bir bağlama getirtmişti. Bağlamayla darbukayı orada öğrendim ve 1964-65 yıllarında, Avrupa’da grup olaylarının patladığı dönemde, fabrikada yapılmış, üstü hayvan derileri kaplı teneke bir davulla başladım. Şimdiki davullar nerdeee! O zaman o deriler gevşediğinde lambaları yakardık. Lambalar sıcaklık verdiği için o deriler tekrar gerilirdi… Yani öyle iptidai şartlardan bahsediyorum… Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın lojmanlarının alt katında bodrumlar vardı. Grubumuzdaki solist arkadaşımın ailesi bodrumlarında çalışmamıza müsaade etti. Gitarlarımız, amfilerimiz ve davulum orada dururdu. Genellikle hafta sonları çalışırdık, fakat bazen hafta içi çalıştığımız da olurdu.  Hatta ben her boş dersimde gidip egzersiz yapardım. Orada iyi bir davulcu olmuştum zaten.

 

Siz İstanbul’a üniversite için mi gelmiştiniz?

 

Evet, üniversite için gelmiştim. İstanbul’a geldiğim dönemlerde ise rock müzik daha çok ilerlemişti. İlerlemişti derken, boyut değiştirdi. Underground denen bir olay çıktı, Woodstock’tan sonra. İşte Afro Rock, Santana şudur budur gibi şeyler. Santana’yı da sevmem pek. Sonra Led Zeppelin girdi hayatıma. Fitaş sinemasının alt katında uzunlamasına dükkanlar yapmışlardı. En uçta da plakçı vardı. Hiç unutmuyorum 75 Liraya Led Zeppelin II almıştım. Ama hep Led Zeppelin dinledim mi, hayır. “The Song Remains The Same”den sonra o da bitti, çünkü üretmek gerekiyor. Üretemeyince bitti. Sonra rock’ın içinde türevler oluşmaya başladı. O türevlerden tabii ki kendime uygun grupları bulmakta zorlanmadım. Ancak bir tek türe de bağlı kalamadım. Evet Led Zeppelin’in hayatımdaki yeri ayrı ama ben trash, death, heavy, hard, doom, speed vs. türleri de severek dinlerim. İlk plağımın hikayesi de şöyle; 1971’de Modern Folk Üçlüsü ile patlayan bir folk furyası vardı. İlk 45’liğimdeki 4 tane türküyü 12 telli gitar, bağlama, flüt, tumba kaşıkla icra ettik. Ben bazı şarkılarda saz çaldım, bazı şarkılarda 12 telli gitar çaldım, bazı şarkılarda da söyledim.

 

LED ZEPPELIN İLE NASIL İLETİŞİME GEÇTİ ?

 

Eski bir röportajınızda ilk albümünüz için provaları, Kadıköy’de bir düğün salonunda yaptığınızı söylüyorsunuz…

 

Evet, üniversitede okurken Kadıköy’de bir düğün salonu vardı, Eski Süreyya Sineması’nın (Şimdi ki Süreyya Operası) aşağısında çalıştığımız bir düğün salonuydu. Tabii, şimdiki düğün salonlarıyla ilgisi yok. Orada Rock çalmıyorduk ama günün popüler şarkılarını icra ediyorduk. Oyun havasını ise bir bağlama grubu gelip çalıyordu. Düğün salonuna gidip, ‘bir plak projemiz var’ diyerek rica ettim. O dönemde yaptığım bestelerin provasını, evde sandalye minderi üzerinde ritim tutarak yapıyordum. Arkadaşım da ilk plağımda kullandığım normal akustik gitarla eşlik ediyordu.

 

Stüdyo süreciniz nasıldı peki?

 

Besteler ve sözler bana aitti zaten. Düğün salonu sağ olsun prova konusunda çok yardımcı oldu. Orada şarkıların girişini, sololarını, finalini oturttuk. Stüdyoya girmeden evvel onların yapılması gerekiyordu. Hayatımızda ilk kez stüdyoya gireceğiz, ne olduğunu da bilmiyoruz. Şat Yapım, Fitaş binasının arkasından çıktığınızda, karşınızdaki binanın sanırım 4. katındaydı. O zamanlar Melike Demirağ, Cici Kızlar, Esmeray, Füsun Önal, İskender Doğan gibi bir çok sanatçının plak kayıtları o stüdyoda yapılmıştı. Mazhar, Fuat orada stüdyo müzisyenliği yapıyordu. Henüz grup halinde değillerdi. Hatta Mazhar biz kayıttayken stüdyoya geldi. Kayıt arasında bize hangi cesaretle Türkiye’de böyle bir müzik yapıyorsunuz, maddi hiçbir şeye kanmamışsınız demişti. Ben de plaktaki sözlerin aynısını kendisine söylemiştim.

 

Plağınızı yurt dışına, plak şirketlerine gönderiyorsunuz ve Led Zeppelin’den size cevap geliyor. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?

 

Folk müzikten sonra asıl dinlediğim müzik türünde bir şeyler yapmak amacındaydım. Rahmetli babam 1975’te “Oğlum bir şarkıyı çalışarak icra edebilirsin ama sen öyle bir şey yapmalısın ki ileride senin şarkılarını başkaları söylesin, önemli olan budur” demişti. Bu hiç aklımdan çıkmadı.

 

Ve dileğiniz gerçekleşti… 

 

Evet. İş Bankası’nın düzenlediği kültür etkinliklerinde Türkiye’de 68’den sonraki en iyi rock ya da diğer türlere ait 12 şarkının içinde Salak da vardı ve konserde Can Bonomo seslendirdi. Geçmişe dönecek olursak, yeni evlenmiştim, Mecidiyeköy’deki evimde 6 telini söktüğüm 12 telli gitarımla “Salak” ve “Babam Yazdı Ben Söyledim”i besteledim. Evde ve düğün salonunda yaptığımız provalardan sonra Şat Yapım’a gittik kayıt için ve bana çok yardımcı oldular. Bugün bile kendilerine çok müteşekkirim. Şanar Yurdatapan ile rahmetli Atilla Özdemiroğlu stüdyonun sahibiydi. Hurşit Yenigün sanatçıların şarkı düzenlemelerini yapıyordu. Soyadını şimdi hatırlayamadığım, İngiltere’deki stüdyolarda çalışmış, o sırada Türkiye’de olan sevgili Taner ve Baha Boduroğlu kayıt yapıyordu. Plak yapmak için o bant çıktığı zaman kopyasını alıp Unkapanı’na gittim. Koltuğumun altında bantlarla çok dolaştım. En sonunda yağmurlu bir bayram arefesi günü gittim. Tatil günüydü, sadece Kent Plak açıktı. Ümit Abi (Güner) herhalde halime acıdı. Sırılsıklamım, başımdan aşağıya yağmur suları akıyordu. “Tamam, bantın kalsın, yardımcı olacağız” dedi. Sonra ortağı Nazmi Abi (Şenel) İngiltere’den geldi, onunla konuşmuşlar. Nazmi Abi büyük destek vermiş plağın çıkması için. Neticesinde ilk plağım çıktı, iyi ki o plağı yapmışlar gerek Ümit Abi’ye, gerek Nazmi Abi’ye bugün bile sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. İkisini de saygı ve sevgiyle anıyorum. Nazmi Abi ile hala konuşur görüşürüz, ama Ümit Abi’yi çok aramama rağmen irtibat kuramadım. Dünyadaki rock müzik piyasasını takip etmek için o zamanlar Melody Maker alıyordum. Aslında içinde rock’la ilgili pek bir şey de yoktu ama Türkiye’ye gelen tek müzik dergisi oydu. Oradan plak şirketlerinin adreslerini alıp, plakları oralara gönderdim. Şarkılarımın ne anlattığını İngilizce olarak babamın bir arkadaşına yazdırdım. Hepsi, “Yapma şansımız yok” tarzı iki satır teşekkür mektubuyla plağımı geri gönderdi. Tabii yapılamazdı ama benim ilk heyecanımdı ya tutarsa gibi bir şeydi. Fakat Swan Song Records’tan ilginç ve uzun bir cevap geldi.  Swan Song Records, Atlantic Records’a bağlıydı ancak sahibi Led Zeppelin’di. Mektupta, Avrupa piyasasında bu plağı yapma şanslarının olmadığını ancak çok beğendiklerini ve daha sonraki çalışmalarımızı da göndermemizi rica ediyorlardı. Led Zeppelin’in 4 üyesi tarafından da imzalanan mektup benim için büyük bir anlam taşıyordu. Hala sakladığım bu mektup Hey Dergisi’nde yayınlandı o dönemde.

 

“SENİN YAPTIĞIN MÜZİĞİ ANLAMAMIŞIZ”

 

Plağınız yayınlandıktan sonra nasıl eleştiriler geldi?

 

Plağımla ilgili yapılan eleştiriler olumluydu zaten ve o zaman ülkedeki disco furyası nedeniyle pek de önemsemedim. Hey Dergisi yöneticisi sevgili abim Doğan Şener yıllar sonra telefon görüşmemizde aynen şunları söyledi: “Senin yaptığın müziği anlamamışız, sen aslında bu ülkede yıllar sonrasının müziğini yapmışsın. “Yıllar sonra 45’liklerim ilgi görmeye başlayınca, müziğimin punk olmadığını yazıyorlardı. Bunu neye göre söylediklerini çözmüş değilim. Söze, müziğe, ritime? Neye göre? Bu türün babası Sex Pistols ile The Clash arasında da ritm farkı var. Biri rock ritmiyle, biri 2/4’lükle çalmış. Sex Pistols’tan sonra dünyadaki Punk gruplarının pek çoğu bu ritmi takip etti. Athena punk ise, ben de hayli hayli Punk’ım. Bunu Athena’ya saygısızlık anlamında söylemiyorum. Şarkılarında 2/4 ritm kullandıkları için mi punk oluyor? Punk sadece müzikle, ritimle ve armoniyle açıklanabilecek bir şey değildir. Punk bir tavırdır, serzeniştir. Bir şeye karşı olma durumudur. Yaptığım müziğin punk olmadığını düşünsem bile fikir punk. Her ne kadar punk olsa da Türkiye’de kırmızı çizgileri aşamıyorsun. Her şeyi eleştiremiyorsun, hükümeti eleştiremiyorsun.  Bir İngiltere ya da bir Avrupa ülkesi gibi olmadığımız için, bu işler o zaman da sıkıntılı işlerdi. Ben de bu nedenle başka konuları işledim. Daha mizahi konular yani. Bu mizahı işlerken de şunu düşündüm. Müzik sert gelebilir, bunu yumuşatmak için mizahi sözler kullandım.

 

“TRT’Yİ DANIŞTAY’DA DAVA EDEN İLK KİŞİ OLDUM”

 

TRT, bestelerinizi yayınlamadığı için dava açmışsınız. Sizce neden yayınlamıyordu bestelerinizi o dönemde?

 

Yaşadığım şu: Son dönemde de oluyor, TRT birçok şarkıyı yasakladı. Denetleme Kurulu şarkı sözlerini denetliyordu, müziği denetliyordu, neyini denetliyorsa artık? Evet prozodi var mıdır, gitarın akordu bozuk mudur, kontraya düşülmüş mü bunlar denetlenebilir. Benim “Salak”’tan sonra yayımlanmış birçok şarkı sözümde salak kelimesinin çok ilerisinde sözler kullanıldı ve TRT’de çalındı. Yasaklara karşıyım ama o dönem öyleydi maalesef. TRT Denetleme Kurulu, Hafif Batı Müziği dediğimiz şeyi denetliyordu ve bunun başında da bağlama sanatçısı vardı o dönem. Bu kişiye o zamanki adıyla; Türk Hafif Müzik denetletiyorsunuz. Tamam, “Salak”tan dolayı  denetimi geçemeyebilir, “Babam Yazdı Ben Besteledim” içerisinde de “aahh dedim oohhh dedi seviştik” diye söz var o da geçmedi, ona da tamam. Rock’n Roll’um geçmedi. En son “Dişi Denen Canlı”’ya  sözler basit diye yayımlanması uygun değil dediler. Sözler basit deyince bugün Türkiye ve dünyadaki şairleri inkar etmiş oluyorsun. Sözler basit olmaz, olamaz. İnsanın içinde bir şey vardır, o onu iki satırla da anlatır, on kıtayla da anlatılır. İnsan beynindekini şiire dökmüşse, senin basit deme hakkın yok. O zaman Karacaoğlan, Yunus Emre, Aşık Veysel gibi halk ozanlarını ve birçok şairi inkar ediyorsun.Bir şiire basit diyemezsin. Ben de gittim Danıştay’a, dava açtım. 1979’da dava açtıktan 1 ay sonra askere gittim. İlk cevap Denizli’deki bölüğüme geldi TRT’den. Avukatım da yok. Üniversitede beraber okuduğum Denizlili bir arkadaşım vardı, ona söyledim, avukat arkadaşından yazışma örneklerini getirdi. Başlık, gelişme, sonuç o örneğe göre ordu evinin bürosunda akşamları cevap yazıp gönderiyordum, gelen cevaba göre tekrar yazıp yolluyordum. Ben yazıyorum, TRT cevaplıyor. TRT’nin avukatı kadınmış.  Dişi Denen Canlı’nın sözlerinden alınmış. İnsanları aşağıladığımı, insan haklarını ve kadın haklarını ihlal ettiğimi söylediler. “Kadınlar erkekleri hep aldatıyormuş gibi bakıyorsunuz” dediler. Ben liseli bir kızdan bahsetmişim. Okul zamanı ile okul tatil olduktan sonraki halet-i ruhiyesi, giyimi, kuşamı arasındaki farkları anlatıyorum. Okulda gördüğün bir kızı yazlık mekanda saçı, giyimi ile falan tanıyamazsın. Gerçi şimdi fark etmiyor. O zamanlar üniformalar okulda makyajsız falan, hangisine kanacağız diyorum. Evde oturan bir kadınla, giyinip sokağa çıkan kadın arasında çok fark var. Güzel bir şekilde giyiniyor, kuşanıyor. Saçını makyajını yapıyor, evde görsen bir başka. Hangisini gerçek olarak kabul edelim demek istemiştim, avukat başka türlü anladı. Ve askerliğim bittikten kısa süre sonra İstanbul’daki adresime nihayet Danıştay’dan “Yüce Türk Milleti Adına” diye başlayan nihai karar geldi. Davayı kaybettim ama o güne kadar yapılmamış bir şey yaptım ve TRT’yi Danıştay’da dava eden ilk kişi oldum.

 

Tünay Akdeniz’in Danıştay’a açtığı davanın basın yansıması.

 

Aslında bakarsanız fazlasıyla punk bir tavır da var, yani devlete müzik üzerinden bir dava açmak…

 

Evet, var. İnsanın doğası punk olursa bu gayet doğal. Ama şimdi öyle bir şey yok, açamazsın. Zaten artık neden açsınlar ki, neticede o zaman tek radyo, televizyon TRT idi, şimdi bir sürü mecra var. Herkes halinden memnun. Tanıdığın olursa, adamını bulursan, her radyoda şarkın çalınır, her kanala da çıkarsın.

 

SAĞCI GENÇLER YANLIŞ KİŞİYİ VURUYOR

 

Sonrasında Üsküdar’da dükkan açıyorsunuz. Neden bir yer açma gereği duydunuz?

 

Ben askere geç gittim. Üniversiteyi dondurdum, o zamanlar çok olay vardı, anarşi dolayısıyla okula gidemez oldum. Hiçbir yerde, hiçbir partiye kaydım yoktu. 1 oyum var, onu da seçime gider, verirdim.

 

Bir yandan da o dönemde dünyayı gençlik olayları kasıp kavuruyor, sizin için nasıl geçiyordu?

 

Askere 1979’da gittim. 78’in Eylül’ünde Kuzguncuk koruluğunda arkadaşlarla top oynarken Üsküdar tarafından gelen sağcı gençler bir şekilde solcu gençlerin orada top oynayacağı haberini almışlar ve pusu kurmuşlar vurmak için. Bu bir itham değil, suçlular bulunamasa da olayı o kesimden gençlerin yaptığı belirlendi. Tam da uygun yerdi, iki tarafı da bayır ve top mutlaka bir yerlere kaçıyor. Aşağıya top gidince almaya ben gittim ve inerken silah sesleri duydum. Henüz iki adım attım, iki karartı gördüm, akşam üstüydü ve hedef olduğumu anladım. Arkamı dönüp yukarı çıkmaya çalışırken belimden vuruldum. Haydarpaşa’da hastanenin doktorlarının söylediği şu: belimden kurşun giriyor, omuriliğin üstünden geçip kalp hizamdan çıkıyor… Sonra iyileştim, askere gidip geldim. Döndüğümde ihtilal olduğu için eski çalıştığım Sirkeci’deki Karabük Demir Çelik Fabrikaları İstanbul Mümessilliği’ne tazmiatımı alamadığım halde iş başvurusunda bulundum ama alınmadım. İhtilal Konseyi Tüm devlet dairelerinde işe alımları durdurmuş. Bir şey yapmam gerekiyordu, evliydim ve çocuğum vardı. Elimde kendime aldığım long player’ım vardı. Askerdeyken de her çarşı iznine çıktığımda Hey dergisi alıyordum. Orada müzikle ilgili gelişmeler falan vardı. Bakıyorum rock müzik çok revaçta. Bizim dönemde dinlediğimizden başka bir tür olmuş. İşte AC/DC çıkmış, Judas Priest çıkmış, Iron Maiden ve Krokus gibi gruplar vardı listelerde. Döndüğümde ne yapabilirim derken Hey dergisine elimdeki long playler’ı kullanabileceğim bir ilan vereyim dedim. Orada küçük ilanlar bölümü vardı. Sağolsun sevgili Hulusi Tunca da yardımcı oldu. Rock plakları ve kasetleri doldurulur diye ilan verdikten sonra kendime bir tane posta kutusu kiraladım Kuzguncuk’ta. Öylece başlamış oldum ve baktım potansiyeli iyi, çünkü insanlar arıyor ama bulamıyor.

 

Siz bu fırsatı oldukça iyi değerlendirdiniz?

 

Türkiye’de satışta olan dünyaca ünlü müzik dergisi Melody Maker, Almanların pop dergileri, başka dergiler derken oradaki rock gruplarının eserlerini getirmeye başladım. Bu dergiler çok rock ağırlıklı değildi ama Almanların Metal Hammer’ı tamamen rock içerikliydi… Ben de tanıdıklar vasıtasıyla günü gününe birçok plağı dışarıdan getirttim. Bu sayede Türkiye’deki dinleyicilerin bilmediği birçok grubu tanıtmaya başladım. Slayer, Metellica, Anthrax, Mercyful Fate, Metal Church, Yngwie Malmsteen, Bon Jovi, Manowar bunlardan bazıları. Bir müddet evde kayıt yapıp postayla gönderdikten sonra, Üsküdar Paşakapısı’nda dükkan açtım. Rock Dinleyen ya da seven belli bir kesim 80’lerde gerek Hey, gerek birkaç disko tarzı yabancı dergi sayesinde Judas Priest, AC/DC, Thin Lizzy gibi sanatçıları, grupları biliyor ama edinemiyordu. Ben de sürekli aynı şeyleri dinlemeyi sevmem bir rock sever olarak, o yüzden kendi sevdiğim bu türün değişik gruplarını meraklarım doğrultusunda takip edip tekdüzelikten çıkma mantığıyla insanlarla buluşturmaya başladım. Dergileri çok sıkı takip ederdim. Hangi gün çıkacak, hangi listede kimin albümü kaç puan almış falan… Almancam çok iyi değildi ama yıldızlara bakardım yani bir albüm fazla yıldız aldıysa o iyidir deyip incelerdim. O dönemlerde Alman Lisesi’nden çocuklar gelirdi dükkanıma ve onlar da merakla incelerlerdi. Tercüme yaptırırdım, bilgilenir ve not alıp siparişlerimi verirdim. Böyle başladım ama ana neden işsiz olmamdı. İyi ki o dükkanı açmışım. Bugün bile dükkan sayesinde edindiğim dostlarım var. Türkiye’deki gençlere böyle hizmet verdiğim, ufuklarını açtığım için de çok mutluyum.

 

Tünay Akdeniz ve Çığrışım.

 

LİSE ÖĞRENCİSİ ŞEBNEM FERAH’IN LİSTELERİ

 

Peki kimler geliyordu genellikle dükkanı ziyarete? 

 

Aklıma gelenler şöyle: Alpay Şalt gelirdi, Pentegram’dan Hakan Utangaç, Cenk Ünnü, Tarkan Gözübüyük, Kod Müzik’ten Necati Tüfenk… Abdülkadir Elçioğlu postayla isterdi benden, Güven Erkin Erkal’ı tanıdım yine, Afşin Akın var, Mazhar Şiringöz var, Eloy Hakan var yani aklıma hemen gelenler şu an bunlar. Röportajı okuyup da bizi unutmuşsun abi diyenler lütfen bağışlasın, o kadar çok ki… Şebnem Ferah Bursa’da lise öğrencisiymiş o zaman, Tarkan’ın sınıf arkadaşıymış sonradan öğrendim. Tarkan, Bursa’daki arkadaşlarından kasetlere dolacak grupların listesiyle gelir, cumartesi dolan kasetleri alır, yeni listeyi verir ve giderdi. Bunların için de sevgili Şebnem de varmış.

 

12 Eylül’de Türkiye’de rock keskin bir şekilde baltalanıyor. Sizin dükkanınız da o zaman telif nedenleriyle kapanıyor ve Karabük’e geri dönüyorsunuz. Karabük’te punk’ı ya da rock’ı nasıl yaşadınız? Daha zor olmalı?

 

Öncesinde şöyle bir şey var, ihtilal öncesi konserlerin çoğu zaten yapılamıyordu. Mesela Erkin Koray yapıyordu ama Cem Karaca falan yapamıyordu ya da yapmıyordu. Benim ilk konserim de Salak yeni çıktıktan sonra olmuştu. Erkin Koray kendi konseri öncesi ön grup olarak çıkmamızı istemişti. Hey dergisi aracılığıyla bana ulaşmış sonrasında Mecidiyeköy’de buluşmuştuk. Yanılmıyorsam Gayrettepe’de Melodi Sineması’nda vermiştik konseri. Üç şarkı çalmıştık: “Salak”, “Babam Yazdı Ben Besteledim”, bir de şimdi hatırlamıyorum yabancı bir şarkı çalmıştık. Dükkana gelecek olursak, telif hakları yasası çıktı. Unkapanı’ndaki plak babaları çok baskı yapmıştı hükümete. Kasetçiler kayıt yapıyor biz para kazanamıyoruz diye. Halbuki tam tersi kayıt yapmak için her plakçı bir tane long play alıyordu. Neyse ellerinde mahkeme kararıyla dükkanı bastılar ve bütün her şeyi topladılar 1986 Nisan – Mayıs ayları gibiydi.

 

40 YIL SONRAKİ KONSER

 

Geri alabildiniz mi el konulan malzemeleri?

 

Aldık ama alıncaya kadar neler çektik. Türkiye’de telif hakları olmadığı için bütün her şeyi topladılar ama bunun ağababası Unkapanı’ndaydı. Bütün mekanizmaları birbirine bağlıyor, düğmeye basıyor ve iki dakikada ikiyüz elli tane kaset çıkıyor. Ben 45 dakikada bir tane kaset dolduruyorum. Neyse ondan sonra bastılar aldılar ama hakim karar veremiyor çünkü o zaman daha telif hakkı diye bir şey yok Türkiye’de. Yani kanunda yeri yok. Mesela terzinin dikiş makinesini dükkanında yediemin olarak bırakabiliyor çünkü oradan para kazanıyor diye. Biz demağdur olanlar olarak avukat tuttuk ama hakime bunu anlatamadık. Anlatamıyorum çünkü kanunda telif hakları yok, neye göre karar verecek? Ondan sonra Unkapanı’na gittim, orada tanıdıklarım vardı uzun süre Unkapa’nında Nazmi Abi ile çalışmış ve daha sonra korsan LP furyasında birkaç LP çıkarmıştım. Yardımcı oldular ve benim cihazlarım iki buçuk ay sonra dükkana geri geldi. Ama tabii bütün cihazlar rutubetten mahvolmuş, götürdüm tamire ama çok sıkıntılı bir işti yani lanet olsun dedim sonrasında. Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın İstanbul Temsilciliği’nde çalışıyordum Sirkeci’de. Alım-satım yapan bir büroydu. Fabrikanın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Özal, küçülme politikası sonucu kapattı. Bana Karabük’e gelmek istiyorsan gel dediler. Ben de 1986’nın 30 Eylül’ünde Karabük’e taşındım. 92’ye kadar Karabük’ten gönderdim. Karabük’te zaten yıllar sonra bırak rock müziği doğru dürüst müzik dinleyen bile kalmamıştı. Orada eskiden tanıdığım arkadaşlarım vardı. Onların orkestrasına girdim. Gitar çalıp şarkı söylemeye başladım. Kaliteli müzik yapıyorduk. İnsanların özlem duyduğu nostaljik müzikleri falan çalıyorduk grup arkadaşımla beraber. Oradaki müzik yaşamım öyle devam etti.

 

O dönemde yine galiba plakları Türkiye’deki insanlar sizden istiyorlar ve siz de gönderiyormuşsunuz?

 

İstanbul’a geliyordu plaklar çünkü kargo çok gecikiyordu bir de açıyorlar, bakıyorlar falan kırılıyordu bazen. İstanbul merkez olduğu için ve yakın olduğu için oradan bir adres vermiştim ve hafta sonları gidip alıp dönüyordum, kaydediyordum. 92’de Erzincan depreminde annemi ve yeğenimi kaybedince o furyadan da biraz geri kaldım. Zaten yavaş yavaş internet denen bir ortam başlamıştı. 92’den sonra kaset doldurma işleri bitti benim için.

 

 

Son olarak Long Play’iniz çıktı ve İstanbul’da “Laneth Bir Gece 2”’de çaldınız. Nasıl geçti bu performans sizin için?

 

Benim için açıkçası mükemmel ötesiydi. Çünkü benim hiç hayal edemeyeceğim bir şeydi o. Sevgili Çağlan Tekil teklifi getirdi sağ olsun. Kendisine de bir kez daha teşekkür ediyorum. Zaten ondan önce long play’im çıktı. Onun için de teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü çok uğraştım yıllar boyunca bütün bu şarkıları bir araya toplamak için. Bana son zamanlarda Facebook’tan soruyorlardı plaklarını nereden bulabiliriz diye. Ben de bulamazsınız diyordum veya bize MP3 formatında gönderebilir misin diye bir talep vardı ve istekler çoğalmaya başlamıştı. Mart 2017’de Sevgili Murat Beşer’in aracılığıyla Ironhand Records ile görüştük. Ercan Demirel ve Cem Şeftalicioğlu Ironhand Records olarak, Ercan Almanya’dan, Cem de İstanbul’dan işleri hallediyordu. Bana bir teklifle geldiler ve hiç düşünmeden kabul ettim. İyi ki de etmişim. Kendilerine müteşekkirim. Yıllardır toprak altında kalmış ama çürümemiş tohuma su verip canlandırdıkları için. Üstelik CD düşünürken ben, long play oldu olay. Çok titiz çalışmayla sesler yeniden düzeltildi, iki buçuk ay kadar bunlarla uğraşıldı ve mastering yapıldı. Orijinal stüdyo bantlarının elimde olması bu titiz çalışmanın daha da güzel olmasını sağladı. Long play’im çıktıktan sonra Sevgili Alpay ve Karabük’te tanıdığım Çağatay Ateş ulaştı bana. Alpay arayıp “Abi konser işin olursa eleman bulmak için uğraşma, biz senin her türlü arkandayız” dediler ve bu beni çok gururlandırdı açıkçası. Sonrasında onların vasıtasıyla Taylan’ı ve Cem’i tanıdım, bas gitarda Cem ve gitarda Taylan. Onlar prova yaptılar, sonra ben gittim iki gün prova yaptık, sonra da konsere çıktık. Mükemmeldi, hayal edemeyeceğim bir şeydi. Açık olmak gerekirse inanamadım, heyecanlandım, duygulandım. Yani kırk iki kırk üç sene sonra yaptığım plakla beraber şarkılarını söylüyorsun sahnede. Bu benim için tarif edilemez bir duygu. Plağın çıkmasından, sahnede çalmama kadar yardımcı olan herkese teşekkür ediyorum.

 

ŞİMDİ SIRADA ANKARA KONSERİ VAR

 

Dinleyicilerin tepkileri nasıldı konserde?

 

Mükemmeldi. Aslında hiç de tahmin etmezdim çünkü yaşa vurursak olayı ben onları 44 sene önce yaptım yani şimdi 70 yaşındayım. Yani 44 sene sonra genç bir kesimin veya rockçı bir kesimle birlikte “Salak”’ı beraber söylemek… Yani demek ki bir bilgi var, geçmişe yönelik bir araştırmacılık var, çünkü bunu nerden bilecekler? Dolayısıyla ben o zaman özel radyo ve televizyon olmadığı için bunları yeteri kadar duyuramadığımı düşünüyordum ama 40 küsür sene sonra bu benim için çok güzel bir olay oldu. Benim için gelenler de oldu, diğer gruplar için de gelenler vardı tabii ama şarkılarımı bilen kesim için ilk konserimdi. Konserin özelliği de oydu, dört beş tane grubun olması. Benim için çok güzeldi… Şimdi ikinci konserim 25 Nisan 2018’de Ankara Noxus’ta, Gitarizma ile birlikte. İlk konserimdeki aynı kadro yani, ancak benim şarkılarımın haricinde onlar kendi programlarını yapacaklar ve yanılmıyorsam Thin Lizzy şarkıları olacak.