“Sessizliğe inanlardan yanayım. Bu konuda saatlerce konuşabilirim” diyor G. Bernard Shaw. Nerede söylediğini bilmiyorum. Bir arkadaşımdan duydum, iyi durur diye yazdım çünkü kişisel bir sessizliğin bitişi hikayesini anlatacağım.

Benim gibi 70’lerin ikinci yarısında doğan ve o yıllardaki yoğun gürültünün üzerine 1980 darbesiyle gelen travma içinde çocukluğunu geçirmiş kuşağın ortak özelliğidir sessizlik. Aslında bünyemizdeki bu sessizlik, çocuk olarak ülkedeki sessizliğin bize yansımasıdır. Darbe travmasının etkisiyle orta sınıf ailelerimizin sürekli olarak tekrarladığı, “aman okulda çok konuşma, sokakta dikkatli ol” ikazları ile gelen, evde de otomatik olarak gerekmediği sürece konuşmayan sessiz kalan çocuklar olarak büyüdük.

80’lerin sonuna gelinmeye başladığında, ülkedeki sessizlik alt perdeden de olsa yavaş yavaş gerilemiş, kontrollü ve baskı altında da olsa yeniden bazı sesler duyulmaya başlamıştı. İşte, ülkedeki bu kıpırdanma bizim kuşağın ve haliyle benim de çocukluktan kurtulup ergenliğe adım attığım günlere denk geldi. Çocukluğum boyunca sessiz kalmanın tembihlendiği bünyem, ergenliğin getirdiği isyanla birleşince kendi içinde bir kaos yaşamaya başladı. Hayatım çok renksiz ve çok sessizdi; bütün bunlara ek olarak sıkılmayı da keşfetmiştim. Sıkılıyordum, her şey aşırı tekdüzeydi. Bir eksiklik vardı sanki ama var mıydı, onu bile bilmiyordum, nedir anlamıyordum.

 

 

İşte bu sıkılma günlerinin biri, o hiç istemeden aileyle birlikte yapılan misafirlik aktivitesi hayatımın bütün akışını tamamıyle değiştirecekti. Pek fazla ortak yönümüz olmayan ev sahibinin oğlunun gereksiz şovlarına katlanıp, ne zaman eve gideriz acaba diye düşünürken çocuk sıkıldığımı mı anladı, yoksa tamamen tesadüf mü bilemiyorum ama “Sana çok acayip bir şey dinleteceğim” demesi ve teybin “play” tuşuna basmasıyla hayatımın tüm sessizliği son buldu. İlk şarkının introsundaki motorsiklet sesi, hayatımdan bir daha eksilmeyecek gürültünün habercisi gibiydi. Bugün artık tarif etmekte zorlandığım motor gibi gitarlar, şimşek çaktıran davullar, çığlık çığlığa bir vokal… O güne kadar hayatımda hiç böyle bir şey duymamıştım. Tamam, “Heavy Metal” diye bir şeyin varlığından haberdardım. Ayda bir kere aldığım ve belki de dünyada başka bir hayatın olduğunu hatırlatan Blue Jean dergisinin son 2-3 sayfasında gördüğüm uzun saçlı, acayip görünüşlü adamlardan biliyordum böyle bir şeyin olduğunu ama neydi, neye benzerdi hiç şahit olmamıştım. Şaşkınlıkla “bu nedir?” dediğimi hatırlıyorum. Gülerek, “Manowar!” -ki biz o zamanlar menovır derdik- dedi. Hayatımı değiştirdiğini bilmeyerek “Kings of Metal, Metalin Kralları” diye de ekledi.

 

Michael Jackson kapaklı eski bir Blue Jean sayısı.

 

Burada bir durup dönemden biraz bahsetmek gerekirse. İnternet diye bir şeyi zihnimizde kuramadığımız, müziğe zor ulaşılan yıllardı. Dünyada çıkmış bir albümü, kısmetiniz varsa o yıl içinde dinlerdiniz, yoksa kim bilir ne zaman çıkardı karşınıza. O da tabi haberiniz olursa. Dünyadaki popüler müzikle bağımızı ayda bir çıkan Blue Jean dergisiyle, Ömer Karacan’ın Number One’ı ve Erhan Konuk’un Pop Saati programlarıyla da TRT sayesinde kuruyorduk. 80’lerin pop müziği yavaş yavaş geçmişte kalırken 90’ların başıyla birlikte yeni tarzlarla tanışmaya başlıyorduk. Techno denen müziği duyuyorduk ilk defa. Hani Asidçi misin, Metalci mi sorusundaki Asid yani.Technotronic ya da Snap! gibi isimler ortalıkta dolanıyordu. Aynı dönemde MC Hammer ve Vanillia Ice gibi isimler sayesinde ilk kez Rap’le New Kids On The Block’la da boyband kavramıyla tanışıyorduk. Bu müziklerin tamamına kulak kabartmayı denesem de kısa süreli ilgiler dışında alakam sabun köpüğü gibi kayboluyordu. Türkiyedeki müzik ise 80’leri önceki 10 yıla göre sessiz geçirmişti. 90’ların başıyla birlikte ilk özel televizyonun açılması TRTde kendilerine yer bulamayan arabesk sanatçılarını birden hayatımıza sokmuştu. Pop müzik ise henüz hala Sezen Aksu, MFÖ, Barış Manço gibi sanatçılar arasında nispeten kısıtlı bir dönem geçiriyor ancak Aşkın Nur Yengi’nin Sevgili albümü bir kaç sene sonra yaşanacak büyük patlamanın haberini veriyordu sanki…

 

 

İşte kısaca böyle bir müzikal ortam içindeyken hem heavy metal diye bir şeyle tanışmış, hem de bunu herhangi bir şekilde değil, krallarıyla tanımıştım. Bu krallık meselesini de bir süre ciddi ciddi heavy metal’in en önemli grubu falan seviyesinde ciddiye almıştım. İlk şarkı (Wheels of Fire) bitene kadar beynimin her kıvrımından farklı düşünceler geçmeye başlamıştı. Hani karanlık bir evin, elektrik düğmesine basmışsın gibi, her yer birden ışıl ışıl oluverdi. Yüzümdeki aptallaşmayı gören çocuğun, “ben arkadaştan çekerim” diye kaseti bana vermesi de dünyamdaki sessizliğe temelli son veren hareket oldu. Albümü kaç gün kesintisiz dinlediğimi bilmiyorum. Tek kasetle metalci oluveriştim.  Bakırköyden alınan bir metal tişört, harçlıkları kasetlere yatırmalar, lisede başka sınıftan çocukların metalciymişsin bizimle takılsana demesiyle kendi halinde okula gidip gelirken birden kendimi 90lar Taksim’inde buluşum… Neyse çok uzattım, o günler de başka yazının konusu olsun da…. Yalnız olm Ozzy sahnede civciv eziyormuş lan…