Sessizlik nedir?

Klavyenin, odanın, sokağın gürültüsünü veya arkada çalan fon müziğini saymazsak, müziği yazarak anlatmak da kısmen sessiz bir eylem aslında. Bir sesi, sessizce yazmak da farklı değil. Müzik, her zaman tartışmaya açık bir konu olarak masada duruyor. Müziği üretenler, dinleyenler, pazarlayanlar ve satanlar arasında “doğru müzik” üzerine, hissi ve pragmatist yaklaşımlar daima bir çarpışma konusu olarak odak noktamızda duruyor. O sessizce yazılan, gürültü yaratan müzik yazılarının temelinde de bu kaotik ortamı düzene sokma, iyi niyetle çerçevelenmiş bir fotoğrafın etrafında farkındalık yaratma arzusu var.

Geçtiğimiz senelerde yazdığım yazıların birinde tartışmaya açtığım bir cümle kurmuştum.

“…çoğunluğu tenzih ediyorum ama bazı insanların, henüz birey olamamışken deli gibi sosyalizmi savunması ne tuhaf değil mi?” (Bir Baba Indie, Kolektivizm ve Çatışmacı Ruh, Şubat 2016) “

Bu konuyu ses/sessizlik meselesine de evirtebiliriz belki. İyi müziği dinlemek için müzikolog olmaya gerek olmadığı gibi iyi müziği dinlememek için bu kadar sorumsuz olmaya da hakkımızın yok. O yüzden olayın köklerine dönmek gerek. Kişisel gelişim gurularının dilinden düşürmediği “sevgi nedir” sorusunu, “sessizlik nedir” sorusuyla konuyu “farkındalık” vurgusuyla sabitliyorum.

Konuşmak

Biraz kendimize dönelim. Dış dünyanın gürültüsünü kesmek, çeşitli yalıtım araçlarıyla mümkün. Fakat iç dünyamız için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İnsanoğlu geveze bir akla sahip. Bu gevezelik sadece aklın derin sularında can bulurken, çoğu zaman dışarıya yansımıyor. İnsanın ağzından dökülmesi gereken cümlelerin yerinde sadece nefes alış verişi var. Yani nefes sesini saymazsak tam bir sessizlik.

İnsanlar çoğu zaman konuşmaktan imtina ediyorlar. Halbuki insanlar konuşsalar ve konuşulanları dinleseler, zihinlerinde saklanan düşüncelerin freni boşalmış kamyonun kasasında sağa sola savrulmalarına engel olurlardı. Zamanın kıymetini bilmek, doğru anda, doğru yerde, doğru şeyleri yapmakla vuku bulabilir. Bu yüzden, Hayyam’ın akılla yaptığı konuşmalar gibi, içten içe deliriyoruz. Kapı kilitli, dışarısı sessiz.

Akıl sessizleştikçe berraklaşır. Bu yüzden “konuşmak” aklın sessizliği için en iyi yalıtım malzemesidir. Dünyada olup bitenlerden, hatta müzikten bile bahsetmiyorum. Kendimiz ile ilgili bildiğimiz en iyi şey arzularımız, hayallerimiz ya da dert ettiklerimiz değil mi? Aklımızı kalabalıklaştıran ve konuşmadığımız müddetçe bizi ürkütmekten başka bir işe yaramayan bunları dışarıya taşımak gerekir.

Konuşan yoksa, dinleyen de yoktur. Konuşmadığımız gibi dinlemiyoruz da. Az bir rüzgarın itelemesiyle, uçurumun ucunda sandığımız aklımızın aşağıya düşeceğinden eminiz. Zira konuşmak, bizi uçurumdan aşağı itecek rüzgardan ziyade, ağacın gölgesinde serinletme işlevindedir. Akıl, elinden tutup, uçurumun kenarına şekerle kandırılıp getirilen ufak bir çocuk sadece. İçsel gürültünün yarattığı, dışsal sessizlik aynı zamanda zamana sıkılmış bir kurşun gibi. Ortaçgil, Değirmenler’de şöyle anlatıyor bu durumu:

zaman düşer
ellerimden yere
oradan tahta boşa
saatler çalışır izinsiz
hep bir sonraya

Halbuki bir şeyleri konuşabilsek, bir saniye sonra gülümseyebilirdik. Konuşmadığımız için 3-5 yıl, belki de bir ömür gülümsemeyi bekliyoruz. Hep zarar, hep ziyan ve gürültü…

John Cage’in, 4:33’ünün yarattığı müzikal sessizlik, bize Raymond Carver edasıyla şunu fısıldadı: “Lütfen sessiz olur musun, lütfen!”

Biraz dinlediğimiz ya da dinlediğimizi sandığımız müziğin sesini kısalım ve şu müzik meselesini konuşalım istiyoruz. Bir şey bildiğimiz yok esasında. Sadece konuyu tartışarak doğruyu bulma telaşımız var.

Sahiden biraz konuşabilir miyiz?