Karla gelen… ya da giden…
1963 kışı Avrupa’da yaşanan en sert kışlardan biri olmuştu. Özellikle Britanya’da, kar neredeyse ilkbahara kadar aralıksız yağarak yaşamı felç etmişti. Kalabalık ailesini geçindirmekte zorlanan William Young, bir de doğanın hayatını zorlamasından iyice sıkılmış, bir çıkış yolu aramaya başlamıştı. Bir akşam evde televizyon izlerken gördüğü Avustralya’da yeni bir hayat vadeden reklam, aile için bu çıkış yolunun habercisi olmuştu. William ve eşi Margret, o gün şanslarını Avustralya’da denemeye karar vermişti. Haziran ayı geldiğinde de altı çocukları ile birlikte Sidney’e giden uçaktaki yerlerini aldılar. Muhtemelen William ile Margret, yeni ve nispeten daha rahat bir hayat için çıktıkları yolda hayatlarını değiştirecek şeyin yanlarındaki çocukları George, Malcolm ve daha henüz sekiz yaşında olan Angus ile onların içinde çakacak Rock’n Roll kıvılcımı olduğunu akıllarına bile getirmemişti. Ailede zaten müzik aşkı daha göç yollarına düşmeden yüzünü göstermişti. O gün Sidney’e giden kadroda yer almayan Young’ların iki numarası Alex, grubu “The Bobby Patrick Big Six” ile Hamburg’da bir dizi konsere çıkıyor ve ailenin müzikle olan alakasının ilk izlerini veriyordu.
Göçmen mahallesi çocukları
Sidney’in varoşlarında bir göçmen mahallesine yerleştirildiler. Burada daha sonra çıkacak büyük yangının ilk kıvılcımı çakıldı. Angus ve Malcolm’ın büyük abileri George Young, mahallede Hollanda göçmeni olan sarı kafa bir çocukla tanıştı: Harry Vanda – ki bu Vanda tabii ki aslında van den Berg’in kısaltmasıydı. Birkaç sohbet sonunda ikisi de Beatles, Animals, Who gibi daha sonra “British Invasion” olarak adlandırılacak akıma ilgi duyduklarını farketti ve Rock’n Roll’a ilgi duyan herkes gibi birbirlerine aynı soruyu sordular: “Bir grup mu kursak?” Evet, kurdular!
Yanlarına kendileri gibi Avrupa’da doğup, daha sonra Avustralya’ya göç etmiş üç kişiyi daha aldılar. “The Easybeats”in ilk adımları böylece atıldı. Bu beş göçmen genç, henüz albüm çıkarmadan yayınladıkları dört single ile Avustralya’da büyük ses getirdi. Öyle ki Avustralya’nın Beatles’ı olarak anılmaya başladılar. Hatta o dönemde dünyada nasıl Beatlemania akımı varsa, Avustralya’da da aynı şekilde Easyfever akımı patlamıştı. Bu artan ilgiyle grup 1965’te ilk albümleri Easy’i yayınladı. Ülke listelerinde dördüncü sıraya kadar yükselen albüm, tamamı Avustralyalılar tarafından yazılmış şarkılardan oluşan ilk rock albümü olma özelliğini de taşıyordu.
Hızlı yaşa…
Easybeats’in bu yükselişi Britanya’dan da duyuldu ve grup 1966’da Londra’ya giderek United Artist’le sözleşme imzaladı. George için hayat o dönem çok hızlı akıyordu. 1963’te yeni bir hayat için ailesiyle birlikte terk ettiği Britanya’ya üç sene sonra bir yıldız adayı olarak döndü. Göçle başlayan kariyer yine göçle parlamaya devam ediyordu. Londra’da önce geçmişte Avustralya’da yayınladıkları single’lardan bir toplama albüm yayınlayarak, Britanya’ya bir selam verdiler. Birkaç ay sonra ise yeni single’ları Friday on My Mind’ı çıkardılar ve boom! Single İngiltere’de altıncı sıraya yükselirken, 1 milyonun üzerinde satış yaparak, altın plak ödülü kazandı. Bu arada küçük bir not; şarkı daha sonraki yıllarda David Bowie ve Gary Moore gibi pek çok müzisyen tarafından da cover’landı.
Genç öl…
Friday on My Mind’la gelen bu başarı gruba Rolling Stones’la Avrupa turnesine çıkmanın kapılarını açtı: 10 ülkede tam 35 konser verdiler. George ve Harry’nin grup mu kursak demelerinden üç yıl sonra Stones’la Avrupa’yı geziyorlardı. Muhtemelen bu kadar hızlısını onlar da hayal etmemişti. Turne sonrası Londra’da kayıt stüdyosuna kapandılar ve İngiltere’de son kez liste görecekleri “Falling Off The Edge of The World”ü yayınladılar. Bu hızlı yükselişin çöküşü de aynı şekilde oldu ve grup hem gelen ticari başarısızlıklar hem de kendi içlerinde çıkan sorunların da etkisiyle 1969 yılında dağıldı. Güüümmm!
Büyüğün peşinde iki küçük
Bu arada Avustralya’daki iki kardeş Malcolm ve Angus, abileri George’un izlerini takip etmeye başlamıştı. Okulla araları pek iyi değildi. Kanlarına bulaşan Rock’n Roll virüsünün de etkisiyle ikili sırayla okulu bırakıp, farklı yerel gruplarda gitar çalmaya başladı. 1973 yılında Malcolm ve Angus piyasadan tanıdıkları Galler göçmeni şarkıcı Dave Evans’ı da yanlarına alarak AC/DC’nin kepenklerini resmen açtı. Grup ilk zamanlar Free, Who, Rolling Stones gibi grupların cover’ları arasına kendi şarkılarını da sıkıştıran bir pub grubuydu. Angus sahnede her gece başka bir kostüm giyerek farklı karakterleri oynuyor; bir gün Superman olurken, başka bir gün sahneye Zorro ya da Spiderman olarak çıkıyordu. Müziklerine ilgi her geçen gün artıyordu. Artık işi bir sonraki aşamaya taşıma karar verdiler ve 1974’ün yazında ilk single’ları “Can I Sit Next to You Girl”ü yayınladılar. AC/DC deyince aklımıza gelen o Rock’n Roll sound’undan uzaktı. Hani bilmeseniz 70’lerin herhangi bir Glam Rock grubu diye dinleyebilirsiniz. Single çok başarılı olmadı. Zaten Dave’in gruba getirdiği bu Glam sound’undan memnun olmayan Young biraderler, onunla yollarını ayırıp vokale kendileri gibi İskoç göçmeni olan Bon Scott’ı geçirdi. Scott, geçmişinde Avustralya’daki bazı gruplarda vokalistlik yapmış ve davul çalmıştı. Sahne ve kayıt tecrübesi de vardı. Bon, Malcolm’dan yedi, Angus’tan da dokuz yaş büyüktü. Sokaktan gelmiş, hapis yatmış, hem yaşça hem de hayat tecrübesiyle biraderlerden çok daha görmüş geçirmiş bir isimdi. Tam aradıkları Rock’n Roll figürünü bulmuşlardı.
İlk adım
Hızla stüdyoya girip, 10 günde albüm kaydettiler ve 1975 yılının başında yayınladılar: “High Voltage”. Albümde hala ilk dönemdeki Glam sound’unun izleri vardı ve daha sonraki albümlerden farklı olarak bu kez Malcolm lead, Angus ise ritim gitar çalmıştı. Albümün ardından yoğun bir konser serisi başladı. Bon Scott sahnede devleşiyor, bir frontman nasıl olmalının dersini veriyordu adeta. Angus ise elinde gitarı, üstünde okul kıyafeti ile sahnenin tozunu atıyordu. İyice dikkat çekmeye başlamışlardı.
…ve yine Britanya
1975’in Aralık ayında ikinci albümleri TNT’yi yayınladılar ve Avustralya’ya “Buranın kralı biziz!” mesajını gönderdiler. Albüm bugün bildiğimiz, AC/DC deyince kulağımızda çalan o blues ritimli, sert Rock’n Roll’un duyulduğu ilk albümdü. Ayrıca bir şarkıda Bon Scott’ı gayda çalarken duyabiliyorduk. Bu albümle birlikte grup üyeleri aynı yıllar önce abilerinin yaptığı gibi Britanya’ya geri döndü. Sırasıyla önce Atlanic Records ile anlaştılar, akabinde de Britanya’da turneye başladılar. O dönem, İngiltere’de Punk akımının yavaş yavaş kendini göstermeye başladığı yıllardı ve AC/DC, müzik basınında bazen “Avustralyalı Punk-Rock grubu” olarak adlandırılıyordu. Bazı noktalar itibarıyla çok da hatalı bir tabir değildi. Müzikal olarak AC/DC de dönemin Punk grupları gibi Rock’n Roll’un temeline ait riff’lerle müzik yaparken, sözler Punk gruplarına yakın, işçi sınıfına ait tatlar taşıyordu. Ancak o dönemde grubun ciddi olarak sevmediği bir tabirdir bu, çünkü Punk’ı Glam gibi geçici bir akım olarak görürken Rock’n Roll’un bu müziğin temeli olarak, daima kalıcılığını koruyacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden de kendilerinin bir Rock’n Roll grubu olduğunu söylüyorlardı.
Zirveye yolculuk, köklere selam…
Turnenin sonunda grup yeni albüm için stüdyoya girerek, 1976’nın sonbaharında üçüncü albümleri “Dirty Deeds Done Dirt Cheap”i, 1977’nin mart ayında ise en özel albümlerinden birini “Let There Be Rock”ı yayınladılar. Albüm pek çok müzik eleştirmeni tarafından grubun ilk gerçek albümü olarak kabul edildi. Öyle bir sound yakalamışlardı ki gitarlar ve davullar, dinlediğinizde sanki yanı başınızda çalıyorlarmışçasına çiğ, sert ve öfkeliydi. Bon Scott’ın vokali ise o en sarhoş haliyle sizin yanınızda bağıra çağıra söylüyormuş gibiydi. Grup, Whole Lotta Rosie şarkısıyla müziğinin kökeni olarak gördüğü Elvis Presley ile Little Richard gibi isimlere saygısını sunarken, Let There Be Rock’ta ikonları olan Chuck Berry’e, Roll Over Beethoven’da haber yolladığı Tchaikovsky’nin haberi aldığını söyleyerek izindeyiz mesajı veriyordu.
Albümden sonra önce Black Sabbath’la, ardından da Rainbow’la Avrupa turnesi yaptılar. Grup, Avrupa’dan sonra hedefini Amerika’ya çevirdi. ’77 yazında ilk kez Amerika’ya gittiler. CBGB’s ve Whiskey a Go Go gibi ikonik mekanlarda konserler verdiler. Amerika sonrası yeni albüm için önceki her albümlerinde yaptıkları gibi yine Avustralya’ya döndüler. 1978’te “Powerage” yani grubun en underrated olarak kabul edilen albümü yayınlandı. Pek çok dinleyici için grubun en iyi albümü olarak anıldı ki bu grupta Keith Richards, Scott Ian ve Eddie Van Halen da vardı. Avrupa ve Amerika turnelerinden sonra, bir konser albümü yayınlamaya karar verdiler ve Glasgow konserlerini 1978 yılında “If You Want Blood, You’ve Got It” adıyla yayınladılar. Albümün kapağında ilginç bir ayrıntı da vardı. Okul üniformalı Angus, Bon Scott tarafından göğsüne gitar saplanarak öldürülmüştü. Bu AC/DC’de bir dönemin kapanışına da işaretti. Albüm Britanya’da grup için o güne kadar ki en yüksek sırayı görerek, 13.’lüğe kadar yükseldi. O dönem bir konser albümü için ulaşılabilecek önemli bir yerdir bu.
Cehenneme giden yol…
Ve 1979 yılı… AC/DC, Avrupa ve Britanya’da istediği yere gelmişti ve sıra Amerika’daydı. Yaz aylarında “Highway to Hell” albümü yayınlandı. Yine bildikleri işi yapmış ancak daha profesyonel dokunuşlarla, her bakımdan üst düzey bir albüm olmuştu. Highway to Hell şarkısı, çalmaya çalıştıkları günden beri sürekli stüdyo ve konserlerde geçen altı yılın coşkulu bir ağıtı gibiydi. Albümün kapağında ise bir önceki albümde Bon Scott tarafından öldürülen okullu Angus’un iblis boynuzları ve kuyruğu ile geri dönüşü vardı. Grup, albümle Amerika’da 17. sırayı görüp, yeni kıtaya gerçek anlamda merhaba demiş oldu. Artık adları üst düzey gruplarla birlikte anılıyordu. Yine yollara düştüler ve altı ayda tam 101 konser verdiler.
Ayyaş şairin ölümü… Yoksa bu bir son mu?
Her şey tam bir Rock’n Roll hikayesi gibi ilerlemeye devam ediyordu. İlk albümlerinde sözünü ettikleri zirveye giden yolda karşılarına çıkan engelleri teker teker aşarak, artık bulundukları konumun tadını çıkarmaya başlamaları gereken zamanlar gelmişti. Ancak öyle olmadı. Turnenin bitiminden dört hafta sonra ikonik vokalistleri Bon Scott, arabasında alkol koması nedeniyle ölü bulundu. 1963’de Britanya’nın soğuğundan kaçmak için Avustralya’ya göçerek başlayan hikaye, 1980’de Londra’da son bulmadı tabii ki! Bundan sonraki kısmı hemen hemen herkesin bildiği, o belki de dünyanın en büyük what a comeback’inin yaşandığı, dünya tarihinde bir hard rock grubunun çıkabileceği en yüksek zirveye çıktıkları o yaslı ama ışıltılı hikaye… Belki onu daha sonra, başka bir yerde anlatırım, kim bilir. Kendinize dikkat edin, Rock’n Roll’dan uzak durmayın. Ciao!!!